EU, Ukraine see war as meaning of existence but doomed to lose — Russian ambassador tass.com/politics/1953223
Unknown parent

pleroma - Link to source

woodland creature

@taylan it has the source right on there faggot.

one important thing to note about supposed measles deaths is that zero people ever die directly from measles- it's all due to complications arising from being in the hospital, invasive ventilation, encephalitis and so forth, which they then call measles deaths. this is illustrated in the recent two measles deaths in texas that turned out to be not directly caused by measles

it's similar to how the covid hospital deaths were 100x over-reported

NASA is partnering with commercial industry to expand our knowledge of Earth, our solar system, and beyond. Recently, NASA collaborated with Kongsberg Satellite Services (KSAT) to support data transfer for the agency’s SPHEREx (Spectro-Photometer for the History of the Universe, Epoch of Reionization and Ices Explorer) mission to explore the origins of the universe. “Not […]

Russian SVR: Almost the entire Hitler coalition invited to Kiev for the 80th Victory anniversary eu.eot.su/2025/05/05/russian-s…

🚨 #LuigiMangione: #StatusCoupNews 2 May 2025

*Prosecutor Quits After 'Accidentally' Eavesdropping on #Mangione-#Lawyer Call

youtube.com/watch?v=nZCYYqDFLH…

* LuigiMangione Files to DISMISS State Murder Charges, Argues Double Jeopardy

youtube.com/watch?v=VlkimqlpzG…

#ClassWar #BillionairesSUCK #Capitalism #USHealthcareSystem #Fascistusa #AbolishTheDeathPenalty

Bir diktatör olarak Mustafa Kemal’in kısa portresi | Serdar Taş

“Fazlasını gören, fazlasını hisseden, duyarlı sinirleri olan, gereğinden çok şey bilenler için her daim kavga vardır.”
(Jean-Luc Godard)

Bütün solaki ve salaki tilkiler
Döne döne dolaşıp
Tıpış tıpış gelirler sonunda Kemalizm dükkânına
Ve siroz olurlar
Can Yücel

“Bazı silahlar da vardır ki onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar; yani silah geri teper ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır.”
İbrahim Kaypakkaya

“Kötü zamanlarda umutlu olmak sadece aptalca bir romantizm değildir. İnsanlık tarihinin sadece zulmün değil, aynı zamanda şefkatin, fedakârlığın, cesaretin ve nezaketin de tarihi olduğu gerçeğine dayanır. Bu karmaşık tarihte neyi vurgulamayı seçtiğimiz hayatlarımızı belirleyecektir. Eğer sadece en kötüsünü görürsek, bu bizim bir şeyler yapma kapasitemizi yok eder. İnsanların muhteşem bir şekilde davrandığı zamanları ve yerleri hatırlarsak -ki çok fazla var- bu bize harekete geçme enerjisi ve en azından bu fırıldak gibi dönen dünyayı farklı bir yöne çevirme imkânı verir. Ve eğer harekete geçersek, ne kadar küçük bir şekilde olursa olsun, büyük bir ütopik geleceği beklemek zorunda değiliz. Gelecek sonsuz bir armağanlar silsilesidir ve şu anda, etrafımızdaki tüm kötü şeylere rağmen, insan evladının yaşaması gerektiğini düşündüğümüz gibi yaşamak bile başlı başına muhteşem bir zaferdir.”
Howard Zinn

Mustafa Kemal, Hitler’in takdirini ve teveccühünü kazanmış, övgülerine ve hayranlığına mazhar olmuş bir şahsiyetti. Hitler onda rol model, esinleyici görmüştü. Ondan “karanlıkta parlayan yıldız” ve “öğretmen” olarak bahsediyordu. Demem o ki Hitler gibi “insan hayvanının” örgütlu kötülüğünün en yüksek ve kötücül temsilcilerinden olan bir alçağın bile methiyelerine mazhar olmuş bir şahıstan dem vuruyoruz. Mustafa Kemal liderliğindeki hareketin etnik arındırmaları (etnosid ve jenosid), Ittihat Terakki kadrolarının Ermeni Soykırımı ve sonrasında yargılanmamaları, Hitler’e ilham ve cesaret kaynağı olmuştu. Ermenilerin başına getirilenler; İttihat Terakki kadrolarının, cinayet şebekelerinin ve Malta sürgünlerinin yargılanmaması, bilakis Mustafa Kemal tarafından İngiliz savaş esrirleriyle takas edilip el konulmuş Ermeni mülklerini soykırıma iştirak etmişlere dağıtması Hitler’e Yahudi soykırımını gerçekleştirme cüreti vermişti. .Adolf Hitler’in 22 Ağustos 1939’da Polonya’nın işgâlinden hemen önce Obersalzberg’de, “Bugün Ermenilerin imhasını kim hatırlıyor ki!?” sözleri niyetimizin sağlamasını ziyadesiyle arz ediyor.

Hitler, “Atatürk’ün ilk öğrencisi Mussolini, ikinci öğrencisi de benim,” diyebilmişti. Hitler, Mustafa Kemal’in Ankara Hükümeti olarak İstanbul Hükümeti’ni alaşağı etmesinden, yani Fikret Başkaya’nın ifadesiyle hükümet darbesinden ilham alarak bir birahane darbesine teşebbüs etmişti. Hitler 1933’te Milliyet’e verdiği bir mülakatta Atatürk’ü ‘yüzyılın en önemli adamı‘ diye niteledi; ‘Atatürk’ün Türkiye’yi kurmak için liderlik ettiği başarılı kurtuluş mücadelesinin 1920’lerin karanlığında kendisine Nasyonel Sosyalist hareketin de başarılı olacağına dair güven verdiğini‘ söylemişti.

Hitler, daima Mustafa Kemal’i kendi başarısının katalizörü olarak selamladı ve hayranlığını defaatle beyan etti. Hitler darbe girişiminden önceki haftalarda bir ‘Alman Kemal’ çağrısında bulunmuş, basında da bir ‘Ankara Hükümeti’ veya ‘Ankara am Rhein’ çağrısında bulunmuştu. Ihrig, Nazi Muhayyilesinde Atatürk adlı çığır açıcı kitabında Hitler’in Führer olma serüveninde bilinenin aksine Mustafa Kemal’in Mussolini’den daha büyük bir ilham kaynağı ve itki oluşturduğunu yazar. Naziler buna ‘Türk Dersi’ diyordu. Zaten Mustafa Kemal’in, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır,” sözleriyle Hitler’in, “3. Reich iki bin yıl yaşayacak,” cümlelerindeki söylemsel yakınlık gayet dikkate şayandır ve aynı zihniyetin, yani devleti ebed müddetleştiren, amaçlaştıran, kutsayan, kendi içinleştiren, “devlet içinde ve devlet içinci” faşizan, totaliter zihniyetin tecessüm etmiş halidir. Ne de olsa bütün diktatörler yönetsel ve söylemsel olarak akrabadır. O vakitlerde “Mustafa Kemal’in esrarlı havası etrafında ikinci bir Alman ‘Türk humması’ fışkırmıştı. Alman kamuoyu Enver Paşa’da heyecanlanmıştı, ancak Mustafa Kemal hususunda yirmi yıl sürecek esrik bir çılgınlık içinde olacaktı. İkinci Türk humması “kronik”leşecek ve Üçüncü Reich’in son aylarında Hitler’in sofrasında hâlâ hissedilecekti.

“Totaliter bir rejimin getirdiği en büyük yıkım, haysiyetsizleştirmesi ve şahsiyetsizleştirmesidir..”

2007’nin başında Münih’te yaşlı bir kadın, kentin sosyal demokrat belediye başkanını işaret ederek, “Hitler Türklerin dostuydu,” ve “Ude de öyle!” diye bağırdı. Bu ismi saklı tutulan kadın, Münih’teki mahallesinde yapılması planlanan bir camiyi tehdit olarak telakki etmişti. Üçüncü Reich’i hatırlayacak kadar yaşlı, Christian Ude’yi Adolf Hitler’le kıyaslayacak kadar da öfkeliydi. Peki “Türklerin dostu” olarak Hitler de neyin nesiydi!?

Nazi Muhayyilesinde Atatürk kitabı, Nazilerin özellikle matbu (basılı) medyada Türkiye’yi nasıl algıladıklarını, tasvir ettiklerini ve sitayişlere boğduğunu görmemizi sağlayarak Nazizme bakış şeklimizi, onu görme biçimimizi değiştirmeye davet eder. Bunun için 1919’dan başlayarak Alman gazete ormanına dalmak gerekir. O yıl Anadolu’da yeni bir oluşum, Mustafa Kemal’in adıyla doğrudan bağlantılı bir hareket, 1919’dan Üçüncü Reich’in sonuna kadar Almanya’yı büyüleyecek bir sürecin başladığını yazar Stefhan Ihrig.

Mustafa Kemal, bir diktatör olarak kendisinden sonra gelen birçok politikacıya, diktatöre de esinleyici, patern oldu. Bu yüzden Kemalizmin bittabi Erdoğanizm’de de payı ve hakkı var. Zaten ilginçtir, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumu öncesindeki tartışmalarda Bekir Bozdağ’ın yeni rejim modelini her zamanki pişkinliğiyle mealen, “Mustafa Kemal döneminde de başkanlık sistemi vardı,” sözleriyle savunması mesnetsiz değildi. Bir yerde bir diktatör varsa muhakkak ondan önce başka bir diktatör ona zemini hazırlamış, yol yolak açmış demektir. Hiçbir diktatör, despot, tiran yoktur ki daha evvel ona patika açmış bir başka müstebit olmasın. Kaldı ki Mustafa Kemal bir defasında kendisini “halkın sevgisini kazanmış bir diktatör” olarak tanımlamıştı. Ayrıca “sansasyonel pozitivist” ve popülist bilimci, “dışkı ve cunta perver”, postal perhahlayıcı Celal Şengör’ün Mustafa Kemal’a dair bir kitabına “Dahi Diktatör” ismini vermiş olması da manidardır.

Mustafa Kemal, tıpkı Hitler ve Mussolini gibi yasama-yürütme-yargıyı tekeline almış, yani kuvvetler birliğini uygulamış, meclise mebusları bile liste hazırlayarak kendisi atamış, meclisi bir “atama meclisi”ne çevirmiş, parti-devlet ve lider özdeşliği kurmuş, yarattığı yapay hükümet kriziyle adeta “padişahsız padişahlık rejimi” tesis etmiş bir ebedi ve milli şefti. Yani anlayacağınız “Atatürkiye” senelerinde keyfi ve tercihi olarak serbest seçimler düzenlenmemişti. Yani “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indi.” Mustafa Kemal’in eski dava ve silah arkadaşları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar’ın (ki onlar mecliste Mustafa Kemal’in yasama-yürütme ve yargı erklerini kendinde temerküz etmesinden rahatsızlık duyan, yeni bir Enver Paşa yahut Napolyon türemesinden endişe eden 2. Grub’u oluşturanlardır) öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, yine Mustafa Kemal tarafından kapatılmış ve parti kurucuları hain muamelesi görmüş, pek çoğu Üç Ali’ler Mahkemesi de denilen İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştı. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi bir “ihtiras adamı” olan Mustafa Kemal, gücünü maksimize etmek için her türlü pragmatik, taktik teşebbüse ve ittifaka girişebilen, eğilip bükülgenliği, elastikiyeti yüksek, ilkesiz bir liderdi.

Mustafa Kemal: “Kuvvetler ayrılığı esaslı bir şey değildir.”

Mustafa Kemal daha yaşarken kültleştirilmesine cevaz vermiş, heykellerinin dikilmesini, paraya resminin basılmasını görmezden gelmişti. Gerekli gördüğünde meclisin ve kanunların dışına çıkılabileceğini söylemiş, hatta bir keresinde kuvvetler ayrılığının esaslı bir şey olmadığını serdetmişti. Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz,” densizliğini ne kadar da hatırlatıyor, değil mi!?

Şimdi paylaşacağım bir anlatı, Kemalist kadroların ve rejimin mahiyetini dışavurması bakımından oldukça ibretlik:

Hitler’in ellinci doğum gününü kutlamak münasebetiyle Türkiye’den Berlin’e özel bir heyet gönderilir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Orgeneral Ali Fuat Cebesoy başkanlığında Falih Rıfkı Atay, Asım Gündüz, Yunus Nadi ve Falih Rıfkı Atay’dan oluşan heyet, Hitler tarafından Cumhuriyet gazetesinde anlatıldığı şekilde “pek samimi bir şekilde karşılanır.”

Falih Rıfkı Atay, heyetin Hitler tarafından kabulünü şöyle anlatır:

“1939 de ellinci doğum yıldönümü töreninde bulunmak üzere Berlin’e gittiğimizde Tanrı’nın bu dünyayı yaratmak için yedi gün uğraşmış olmasına bile gülecek kadar kibirli Hitler, bütün heyetleri bir büyük salonda kabul etmişti. Kendisi ortada yapayalnızdı. Ikincisi Georing beş on adım, üçüncüsü Göbells de bu sonuncudan beş on adım geride durmuşlardı. Hitler Romanya heyetine reislik eden dışişleri bakanını, verdiği işi iyi yapmayan bir hususi kalem müdürü gibi paylıyordu. Sıra bizim heyete geldi. Mavi gözlerinin bakışları yumuşak ve tatlı:

“Atatürk bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi kendisini kurtaracak olan vasıtaları yaratacağını öğreten liderdir. Onun birinci talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim,” der.

Mustafa Kemal, Fransız Ihtilali’nin Devrim Mahkemeleri’nden öykünerek oluşturduğu Istiklal Mahkemeleri’nde rejim düşmanı olduğu bahanesiyle hem dava aradaşlarını ve muhalifleri, hem de ayaklanmacıları ve direnişçileri avukatsız ve savunmasız bir şekilde yargılatıp ölüme mahkûm ettirdi. Daha o vakitlerde İstiklal Mahkemeleri için “önce öldürüp sonra yargılayan mahkemeler” denilmesi de beyhude değildir.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkını sanki bir lütufmuş, ihsanmış gibi “verdiği” söylenegelir, halbuki bunu kadınların seçme ve seçilme hakkını tanıma, kadınların kazanımı olarak okumak gerekir. Kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmasının ardında onlarca yılı kat eden bir mücadele tarihinin ve sergüzeştin olduğunu unutturmaya çalışan bir retorikten başka bir şey değil bu. Zaten hemen sonrasında kadınların bütün haklarına kavuştuğu, dolayısıyla artık gerek kalmadığına hükmederek keyfi olarak Türk Kadınlar Birliği’ni kapattı. Yine 1919’da kurulan ve Milli Mücadele’ye destek veren Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’ni 1923’te kapattı. Zaten Atatürkiye devrinde kadınların ne seçeceği ne de seçileceği çok partili, temsili bir demokratik ortam mevcut değildi. Kemalist yanlış cumhuriyetin erkekler kulübü, kadın haklarını sadece sembolik düzlemde tanımış, kadınların politik kamusal alana katılmasına ya izin vermemiş ya da son derece sınırlı şekilde müsaade etmiş, kadınları tabiri caizse “dişil kamusal alanla” ve “özel alanla” sınırlamıştı. Kurucu babalar kadın haklarını “medeni haklar reformu” ve “eğitim reformu”na indirgemişti. Yalnızca Nezihe Muhiddin’in başına getirilenler, şahsına yöneltilen mesnetsiz yolsuzluk suçlamaları, itibar suikastleri bile Kemalist rejimin mahiyetini teşhir etmeksi bakımından kâfidir. Elinin hamuruyla “erkek işlerine” burnunu sokan kadınlara Kemalist seçkinler, “Madem askerlik yapmıyorsunuz, o halde siyasete de giremezsiniz,” gibi militarist bir şantaj çekmekten de geri durmamıştı. Öte yandan Geç Osmanlı döneminde bile çok daha canlı bir kadın hareketi mevcutken, yaklaşık kırk adet kadın dergisi yayımlanabiliyorken Kemalist tiranlık devrinde kadın hareketi büsbütün etkisiz hale getirilmiş, tasfiye edilmiş ve kadınların en makbul hali “Atatürk kadını” olarak tarif edilmişti. Yani kadın hareketine karşı tahammülsüzlük bakımından Kemalist rejim Geç Osmanlı devrinin bile gerisindedir. Zaten bütün totaliter, faşizan rejimlerin mutabık olduğu karakteristik özelliklerden biri de kadın düşmanlığı, kadının ulusun fedakâr ve cefakâr anası, kuluçka makinesi ve domestik bir hizmetçi mesabesine düşürülmesidir.

1925 senesinde Şeyh Said Ayaklanması mazeretiyle Takrir-i Sükun Kanunu ve Şark Islahat Planı’nı çıkartarak Kürtlüğü topyekün yasaklı ve tarihsiz bir kimlik haline getirmek şöyle dursun Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Aydınlık, Son Telgraf, Sebillüreşşad, Orak-Çekiç gibi Milli Mücadele’ye en azimli, iştahlı ve koşulsuz destek sunan gazete ve mecmuaları bile kapattı, birçok gazetecinin payına mahpusluk ve sürgün düştü. Marksist klasikleri Türkçeye tercüme eden çevirmenler ve yayımlayan yayıncılara reva görülense hapishane damlarıydı.

Faşist İtalyan ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri iktibas ederek Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Kemal Tahir gibi pek çok aydını rejim için hiç de tehlike arz etmedikleri halde yargılayan bir terör/tedhiş rejimi ihdas edildi. Nazım Hikmet gibi Kemalist rejiminle geçimli olan, Kuvayi Milliye Destanı’nı kaleme alan, Şeyh Bedreddin gibi çoğul bir portreden “milli gurur” olarak bahsedebilecek kadar ulusal gururu kabarık bir figür bile Mustafa Kemal’in tiranlığı sürecinde tam dokuz defa yargılandı. Mustafa Kemal’in Nazım Hikmet için, “Bu adamı önce asmalı, sonra mezarı başında oturup ağlamalı,” sözleri de dikkate şayandır. Kemalist rejim, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı’nı ve işçilerin greve çıkma hakkın yasakladı. Adana-Nusaybin demiryolu inşaatı esnasında greve çıkan işçileri kurşuna dizdirdi. Faşizan ve totaliter bir korporatizmle sınıfların varlığını, sınıfsal çelişkiyi inkâr etti ve Sınıfsız, kaynaşmış, imtiyazsız bir kitle olunduğu yalanını tedavüle sürdü.

Kürtlere özerklik, muhtariyet vaat ederek, böylece bir kısmını iğva edip Milli Mücadele’ye katılımını sağladı, sonrasında da bütün sözlerini çiğnedi ve onları sistematik olarak katliamlara tâbi tuttu. 25 Kasım 1925’de Şeyh Said Ayaklanması’na iştirak ettiği gerekçesiyle Elazığ’da idam edilen Hasan Hayri Bey’in, “Ey Kürt halkı! Bizden ibret alın ve bilin ki dünyadaki en güvenilmez söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür,” sözleri bu tarihi realiteye gönderme yapar. Yine Koçgiri Ayaklanması’nı çeteler, haydutlar vasıtasıyla soykırım yöntemleriyle bastırdı. Dersim Tertelesi/Soykırımı’nda Nazilerden alınan gazlarla, kimyasal silahlarla mağaralara sığınan çocukları, yaşlıları ve kadınları toplu halde katlettirdi. Ermeni yetimhanesinden evlatlık olarak aldığı Hatun Sebilciyan’ı Türklük dininin esaslarına göre endoktrinize ve terbiye edip nefretle besleyerek Sabiha Gökçen’leştirerek Dersim’de hareket halindeki her şeyi büyük bir vazifeşinaslıkla, memnuniyetle ve hazla bombalayacak kıvama getirdi. Denilebilir ki Kemalizm faşizmin, totaliterizmin Türkiye’de tecessüm etmiş, temsiliyet kazanmış halidir. Haliyle sosyal darwinist, ırkçı, Türk üstünlükçüdür. Mustafa Kemal’in bir diğer manevi kızı Afet İnan, 64 bin kişinin kafatasını ırkçı antopometrik yöntem ve yönelimlerle ölçerek ve antropoloji disiplinini bir ırk bilimi olarak kurgulayarak bir “doktora tezi” hazırlamıştı. Yine Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi safsata ve sözde-bilimsel tezleri ısmarlayarak pek çok bilim otoritesini kendine güldüren bir ırkçılığa tevessül edebildi Mustafa Kemal.

Pontus (Karadeniz) Helenlerini “Küçük Asya Felaketi” diye de tâbir edilen bir etnik arındırmadan geçirdi. 1934’te Trakya Yahudilerini pogroma tâbi tuttu. İttihat ve Terakki’nin yarım bıraktığı Ermeni Jenosidi’ni Kilikya (Adana) ve Antep (Ayntap) Ermenilerini yerel Kuvayi Milliye çeteleriyle katlederek ve püskürterek tamamına erdirdi. Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş katilleri ödüllendirdi ve taltif etti. Ermenilerin “emval-i metruke”lerini “Malta Sürgünlerine”, yani Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş, telgraf hatlarının başında bulunup sevk ve idare etmiş büyükbaş mücrimlere, ve onların yakınlarına dağıttı. Yine 2 Mayıs 1923’te Manyas ve Gönen civarındaki on dört Çerkes köyünün sakinleri “iç karışıklık çıkardıkları”, “yeni kurulmakta olan rejimi tehdit ettikleri” ve çetelerin varlığı mazeretleriyle Babadolu’nun muhtelif bölgelerine sürüldü. Kadın, engelli, çocuk, hasta, yaşlı ayrımı yapılmaksızın bütün Çerkes nüfusu, Bandırma tren garından hayvan vagonlarına bindirilerek peyderpey sürüldüler. Üstüne üstlük sürüldükleri bölgelerde de toplu şekilde yerleşmelerine Kemalist diktatörya müsaade etmedi.

İspanya için Primo de Rivera ve Francisco Franco neyse, Protekiz için Oliveira Salazar neyse, Almanya için Adolf Hitler neyse, İtalya için Benito Mussolini neyse Türkiye için de Mustafa Kemal esasında odur ve aslında bir savaş suçlusu olarak yargılanması gerekiyordu. Francisco Franco neden yaşıyorken, hatta onlarca yıl sonra bile savaş suçlusu ilan edilip, yargılanıp mahkûm edilmediyse tam olarak aynı sebeplerle de Mustafa Kemal savaş suçlusu olarak mahkûm edilememiştir.

Peki bir soru: Mustafa Kemal muasır medeniyetler seviyesini yakalamaktan, modernleşmekten, Batılılaşmaktan, terakkiden, ilerlemekten neden kılık kıyafet yönetmeliği, harf inkılabı, şapka kanunu gibi şekilci uygulamaları anladı da anayasal parlamenterizmi, kuvvetler ayrılığını, çok partililiği, çok kültürlülüğü, sahici laikliği ve sekülerliği, çoğulculuğu, katılımcılığı, sivil toplum kuruluşlarını desteklemeyi, seyfiyeyi (asker sınıfını) sınırlandırmayı, sendikalaşmayı, hukukun ve meclisin üstünlüğünü, hesap verebilirliği, şeffaflığı, toprak reformunu, kadın-erkek eşitliğini, kadınların politik kamusal alana eşdeğer ve eşit bir cinsiyet ve politik özne olarak katılımını, azınlık haklarının teminat altına alınmasını, basın-yayın özgürlüğünü, ifade hürriyetini anlamak işine gelmedi!? Heybesindeki turp buna yetmiyor muydu!? Yoksa niyeti daha en başından beri bozuktu da tek adamlığı delicesine ve ihtirasla hedeflemiş miydi!? Retorik bir soru sorduğumun farkındayım… Cevap zaten sorunun içinde gömülü…

Mustafa Kemal devrinin bütün faşizan, totaliter atmosferinden ve pratiklerinden faydalandı; tek adam, edebi ve milli şef oldu. Toprak reformu yapmamak şöyle dursun devrinin toprak ağalarını meclisle “şereflendirdi. “Beni Türk hekimlerine emanet edin,” diye buyuran Mustafa Kemal ceza hukukunu tanzim ederken Faşist Mussolini İtalya’sının ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri almakta bir beis görmedi. Yine Türklüğün faziletlerinden ve milli olmanın zaruretinden dem vuran Mustafa Kemal medeni hukuku İsviçre’den, idare hukukunu Fransa’dan, ceza muhakemeleri yasasını Almanya’dan almakta bir sakınca görmedi. Uğur Mumcu, Köy Enstitüleriyle ilgili bir panelde bir mizah mecmuasından hafızasında kalanları şöyle dile döker:

“Bir gülmece dergisindeki şu tanım olayları yeterince sergiliyor. Türk vatandaşı tanımı. Diyor ki Türk ne demektir? Türk vatandaşı kimdir? Türk vatandaşı, İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”

Kemalizmin Kurtuluş Savaşı diye epopeleştirdiği ve perdahladığı 1919-23 yılları esasında Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın antik, otokton halklarının göçertilmesi, jenosidal bir prosesle yok edilmesi hareketi, bir Yunan-Türk Savaşı, lokal ve sınırlı bir Ermeni-Türk savaşıdır. Kuvayi Milliye çeteleriyle güneyde, Ayntap’da Fransız üniformalı Ermenilerle çarpışılan bir “iç savaş”tır bu. Ayrıca Milli Mücadele, Türk ve Müslüman bir sermaye sınıfı oluşturmanın, müslüman olmayanların ve makbul Türk olmayanların menkul ve gayri-menkullerine çökmenin ve bu sayede ilkel sermaye birikimini edinmenin adıdır. Unutmamalı ki Mustafa Kemal, Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup olan Karaman Türklerini bile nüfus mübadelesiyle kovmuş, Gagavuz Türklerinin yurda gelme taleplerini Ortodoks Hristiyan oldukları için reddetmiş bir despottur. Yani o, Türklük ve Müslümanlık sözleşmelerinin her ikisine birden şayet uymuyorsa ve “makbul, mazbut, mülayim, cici” Türklerden değilse Türkleri bile tasfiye etmekten sakınmayan bir tirandı.

Yüzyılın sonundan bakıldığında bu kadar pespaye, sefilane, insan fukarası, gerizekâlılıkla normal zekâ arasında salınan bir vasatın yaratılmasının baş müsebbibi Mustafa Kemal, avanesi, tufeylileri ve onların devraldığı İttihatçı ve Abdülhamitçi istibdat geleneğidir. Bu arada Mustafa Kemal’in anti-emperyalist olduğu ve “minimalist bir milliyetçiliği” benimsediği de kat’a doğru değildir. Mustafa Kemal daha Milli Mücadele senelerinde emperyalistlerle açık ve örtük ittifaklar kurmuş; Mustafa Kemal bir kolonizatör, müstemlekeci, sömürgen olarak Kürdistan’ın, Lazistan’ın, Trakya’nın, Kilikya’nın ve Pontus’un kendi mukadderatını (kaderini) tayin, yani ulus devletini kurma hakkını işgâlle gasp etmiş, Türkiye topraklarına katmış, seleflerinden miras aldığı soykırım siyasasını büyük bir istikrarla, gaddarlıkla ve hunharlıkla sürdürmüştür. Haliyle, “Yurtta sulh, cihanda sulh,” sözünün hiçbir reel, de facto ve sahici karşılığı yoktur. Yani bu haliyle iddia edildiğinin aksine kemalist milliyetçilik, “minimalist bir milliyetçilik” olmayıp bilakis saldırgan, agresif, Alman romantik geleneğinin kandaşlık, ırktaşlık ve ruh birliği vurgularını da içeren, zaman zaman bu vurguların dozajını arttırıp azaltan bir milliyetçilik formudur.

Simon Bolivar, İspanyol işgalcileri Venezuela’dan kovduktan sonra, “İşgalcilerden kurtulduk, şimdi kurtarıcılardan kurtulmak gerekiyor,” derken ne kadar da haklıydı! Bu ülkede gerek Mustafa Kemal henüz yaşıyor iken, gerek ölümünü müteakip zaman zarfında, gerekse de sonraki on yıllarda M. Kemal’i uhrevi, ilahi, kutsi bir şahsiyet mertebesine yükseltmek için ciddi bir literatür oluştu. Daha Mustafa yaşarken heykelleri dikildi ve paraya resmi yerleştirildi. Mustafa Kemal’in arş-ı âlâdaki konutundan Misak-ı Milli hudutlarını gözetlediği ve ülkenin hali pür melaline içlendiğine, ilendiğine yönelik Kemalist bir metafizik ve idealizm peydahlandı. Ataya şikâyet ziyaretlerinde kara önlükle askeri nizam törenler yapıldı. Rejimin Kemalist hamaset ve celadet kalemşörleri Atatürk Mevlüdü bile kaleme alabildi. Kasım 1934’te kendisine meclisin “oybirliğiyle” Atatürk, yani “bütün Türklerin atası” soyismi verildi. 1952’de DP’nin iktidarı döneminde M. Kemal büstlerine saldırılar olmasını Allah’ın lütfu bilip Demokrat Parti’ye baskıyla Atatürk’ü Koruma Yasası yürürlüğe konuldu.Gerçekten de seküler, laik, pozitivist bir rejime ne kadar da yakışan icraatlar, değil mi!? “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” sözünü ne kadar da düstur, kılavuz bellemiş bir rejim tesis edilmiş, değil mi!?

Şeyh Said Ayaklanması bahanesiyle çıkarttığı Takrir-i Sükun Kanunu, Şark Islahat Planı ve Tekke ve Zaviye Kanunu da zaten bizzat Müslümanlığı sınırlandırmak için değil de Kürtlerin ve Alevilerin görece kimliklerini ve dillerini yaşatabildiği bu tür örgütlenmeleri yok etmek adınaydı. Yoksa Mustafa Kemal hareketi Ortadoğu’nun en az Müslüman olmayan/Hristiyan nüfusuna sahip ülkesinin müsebbibidir. An itibarıyla Türkiye’de yaklaşık 2000 Rum, 40 ila 75 bin arasında olduğu tahmin edilen (Hemşin Ermenileri de dahil edildiğinde) bir Ermeni nüfusu mevcut. Birer Latin Amerika ülkesi olan ve binlerce km ötede bulunan Uruguay ve Arjantin’deki Ermeni nüfusu bile Türkiye’dekinden fazla. Ne büyük bir utanç! Mustafa Kemal, Türkiye’yi gayri-müslimsizleştirerek, Hristiyansızlaştırarak, üztüne üstlük o “müthiş öngörüsüyle” Şeyhülislamlık makamının devamı olan Diyanet İşleri’ni kurarak ülkeyi şeriat tehlikesine, tehdidine de mütemadiyen açık hale getirdi. Tekrar edelim: Bugün bu kadar sefil, vahim bir insan ortalamasının; yaşanılamaz, “cehennet” ve cinnet coğrafyasının baş müsebbibi o ve tevarüs ettigi devlet geleneği, tarz-ı siyasadır. Despotik cumhuriyet böylece bir “horde-nation” yani “güruh ulus” yaratmış oldu. Zaten Türkiye Cumhuriyeti bilindik anlamda bir ulus-devlet değildir, o “devlet-ulus”tur. Hiçbir zaman laik olmayan bu ceberrut rejimin bânileri, tam da laikliği, sekülerizmi büyük bir kararlılıkla destekleyecek unsurlar olan Hristiyan ve Alevi toplulukları gerek yok ederek, gerek kovarak, gerekse de asimilasyona tâbii tutarak sözümona kurmaya çalıştığı laikliği daha en başından işlevsiz ve imkânsız kıldı.

Kemalist elitler aslında dinin devletinden “devletin dini” modeline geçmişti. Buna bir nevi Sezaropapizm, “Türk Anglikanizmi” denilse yeridir. Diyanet İşleri adeta bir “Türk kilisesi” olarak kuruldu.Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun merkez üssü ve esas hedefi sanıldığının aksine Sünni Müslümanlık değildi. Bu kanunnameyle Alevilik bizzat yasaklı bir inanç, öğreti haline getirilmiş, Alevilerin cem ayinlerine, cem yürütülen mekânlarına sanki kolektif bir cürüm, ahlaksızlık işleniyormuşçasına jandarmalarca baskınlar düzenletilmiş, Alevi topluluklar mücreimleştirilmiş, biteviye kolluk kuvvetlerinin taciz ve tecavüzüne uğramış, Alevi ve Kürtlerle meskun yerleşim yerleri adeta birer “garnizon şehre” dönüştürüldü. Alevilerin dergah, ocak ve tekkeleri kapatılmış, Alevi dedeleri ve inanç önderleri şeytanlaştırılmış, küçük düşürülmüştü. Yine Mustafa Kemal, Alevilerin bağlamasını “gerici bir çalgı” olarak aşağılamış ve ek bir genelgeyle keyfi olarak yasaklamıştı. Hatta bir vakit yasakçılıkta hızını alamayan Mustafa Kemal alaturka, Türk sanat müziği bile yasaklama lüzumu görmüştü. Aşık Veysel’in sazının defalarca fırınlarda yakıldığını şahsi anlatılarından biliyoruz. Bu yasağın temel kaygısı Alevilerin “telli kuran” dedikleri ve cem ayinlerinde müstesna bir yer verdikleri bağlama enstrümanını kriminalize ederek Aleviliği yasaklamanın en önemli ayaklarından birini fiiliyata dökmekti. Osmanlı’nın şeytan işi görüp de yasakladığı bağlamayı Kemalist rejim de gerici bir çalgı diye yasaklaklıyordu. Ne devamlılık ama… Motifler ve motivasyonlar farklı olsa da yasakçı genetik ve gelenek hep aynı… Yine Karacoğlan, Köroğlu ve Dadaloğlu gibi ozanların şiirleri, koçaklamaları eşkiyalık ve çapulculuk şarkıları diye yasaklanmıştı.

İslamist bir yobaz, dinbaz ile Kemalist bir yobaz, softa arasında tutuculuk bakımından pek çok ortak husus mevcuttur. Her ikisi de Hristiyanlara, mültecilere, sığınmacılara, göçmenlere, farklılıklara, temel hak ve özgürlüklere karşı benzer, yakın ve aynı kıyıcılığı, hasmaneliği, tahammülsüzlüğü, saygısızlığı, zenofobiyi ve tepkiselliği taşıyorlar. Sadece İslamistler kimlik mücadelesine karşıtlığını “kavmiyetçilik yapmak” ve “din kardeşliği”gibi hileli, riyakâr bir söyleme, İslam esvabına sarmalıyor. Kemalistler ise kimlik mücadelelerini kimlikçilik, Kürtçülük, terörizm ve bölücülük (ki terörizm ve bölücülük mefhumlarını İslamistler de enflasyonist bir şekilde kullanırlar) gibi bir söylem repertuvarıyla kategorik olarak mahkûm ediyorlar. Mesela Filistin halkına tanınan devlet olma hakkı ve iki toplumlu devlet konsepti Kürtlerden ağız birliğiyle esirgeniyor. Hem İslamistler hem de Kemalistler, Kürtlerin kolektif bir kimlik, kendilik, kendinelik ve irade geliştirmesini sabote etmek için benzer, yakınsayan bir söylem koleksiyonuna müracaat ediyor. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmak, Çanakkale’de birlikte mücadele etmek, Malazgirt’te birlikte savaşıp Anadolu’nun kapılarını birlikte açmak, Yedi Düvel’e, kâfire/gavura karşı birlikte savaşmak, Yunan’ı birlikte denize dökmek, aynı mahallenin çocuğu olmak, kurucu ortaklık, kardeşlik, din/islam kardeşliği gibi söylem bagajını Kemalistler ve İslamcılar, hatta pek çok sol fraksiyon bile muhtelif bağlamlarda geçişken bir şekilde kullanarak Kürtlerin bir ulus olarak mevcudiyet kazanma, ayrılarak kendi mukadderatını tayin etme hakkını gasp etmek, Kürdistan’ın da bir ulus devletin sınırlarını teşkil ettiğine yönelik realiteyi paralize etmek adına hep bir blokaj olarak kullanıyorlar. Oysa Kürt’e biçilen yegâne konum, Türk’ün ve Müslümanın marabası, hamalı olmak, kendi kimliğinden utanç duymak. Bu iki dinbazlık formunun iktidarı elde etmeye dair rekabetleri ve düşman kardeşlikleri “ağyara”, ötekine, başkaya, Kürt’e hasım olmak noktasında mutabakatla, ağız ve eylem birliğiyle sonuçlanıyor hep. Sınır ötesi operasyonlar, tezkereler konusunda İslamistler ile Kemalistlerin hemfikir olması, eşdeğer iştahta ve savunuda bulunması da bu argümanımızı temellendirmiyor mu zaten!? Elindeki tek araç çekiç olan, etrafındaki her şeyi çakılacak çivi olarak görürmüş ya o misal. Şiddet haricinde başka bir lisan ve yöntem bilmemek, şiddetin kah sembolik kah fiziki biçimini kullanmak bakımından Kemalistler ile İslamistler aynı metotları kullanan gergin, geçimsiz kardeşlerdir. Hem Kemalistler hem de İslamistler Kürt’ü dövmenin ve savunmamanın kolaylığı ve konforununun tadını çıkarıyorlar.

Şimdi söz Ibrahim Kaypakkaya’da:

“Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalistler, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını, kahpece ve hunharca boğazlamışlardır. TKP’yi, Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra bu isme lâyık bir parti olmadığı halde amansız bir şekilde ve her fırsatta ezmiş, bugün Amerikancı faşist sıkıyönetim mahkemelerinin yaptığını Kemalist iktidar defalarca yapmıştır; her iki yılda bir, çoğu zaman her yıl en az bir kere, genel tutuklamalar düzenleyerek yüzlerce insanı polis işkencesinden geçirmiş, karakollarda ve zindanlarda çürütmüştür. Sovyetler Birliği’ne menfaat sağlamayı hesapladığı müddetçe dalkavukluk etmiş, diğer zamanlarda sinsi ve azgın bir düşmanlık beslemiştir.

Kemalizm demek işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir. Şnurov yoldaşın verdiği örnekleri, Adana-Nusaybin demiryolunda işçilerin nasıl kurşuna dizildiğini bütün arkadaşlar bir kere daha hatırlasınlar.

Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi yayın organlarının kapatılması için yeterli sebeptir. Sonu gelmez “örfi idareler” memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir “örfi idare” yıllarca sürmektedir. Meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da öyledir, ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir.

Kemalizm demek her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizmin “istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarı sömürge şartlarına seve seve râzı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz-Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demektir. Şnurov’un belirttiği gibi Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşliği, milli düşmanlıklarından ağır basmıştır. Kemalist iktidar, birçok defa İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerinin menfaatlerini korumak için Adana-Nusaybin Demiryolu Grevi’nde olduğu gibi işçileri kurşuna dizmiştir.”

Ibrahim Kaypakkaya

Sonsöz

Metnin sonsöz kısmında okurları apolojist (bahaneci, mazeretçi) ve “gün gerekirci” tarih anlayışına karşı uyarma gereği duyuyorum. Apolojist tarihçilere göre Kemalist rejimin bütün totaliter, faşizan uygulamaları “o günün koşulları o türlüsünü gerektiriyordu,” nevinden bir kestirme ve kolaycılıklıkla mazur, meşru ve masum görülebilir. Buna göre Avrupa ve çevre ülkelerin iki dünya savaşı arası dönemde totaliter, otoriter, faşizan, popülist rejimlere dönüştüğü, anayasal ve seçilmiş rejimlerin çözüldüğü koşullar söz konusudur. 1920’lerde dünyada otuz beş anayasal, seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’e gelindiğinde on yediye düşer. 1944’te ise dünya ölçeğindeki altmış dört ülkeden sadece on ikisi anayasal, parlamenter demokrasiyle idare edilmektedir. Tam da temsili burjuva demokrasilerinin yerini totaliter, faşizan rejimlere bırakmasından hareketle mesela Zafer Toprak Kemalist rejimin bütün yasakçı, baskıcı, faşizan, totaliter pratiklerini meşru görür.

Atatürkiye’deki tüm anti-demokratik kanunnameler, genelgeler, yönetmelikler, örfi idareler ve uygulamalar, Takrir-i Sükun’un getirdiği Kemalist terör, istibdat rejimi, 1 Mayıs’ın yasaklanması, Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılması, Dersim Soykırımı, Ağrı Katliamı, Hristiyanların ve Türk olmayanların tasfiyesi ve tenkili, İstiklal Mahkemelerinin hukuk dışılığı, her şey mevcut dünya ahvali bahane gösterilerek gerekçelendirilebilirdi. Kemalist rejimin kötülükleri ve cürümlerini meşrulaştırmak adına, “Sui misal emsal olmaz,” kaidesi bile çiğnenebilirdi.

Ancak Kemalist tarih tezviratlarına ve safsatalara rağmen bizler hiçbir totaliter, faşizan eğilimin, kayışın ve tercihin haklı, meşru, masum olamayacağını, gerekçelendirilemeyeceğini, kaçınılmaz görülemeyeceğini söylüyoruz. Daima başka türlüsü mümkündür. “O günün koşulları bunu gerektiriyordu, başka türlüsü imkansızdı,” gibi gün gerekirci alçaklıkları reddediyoruz. Ve Kemalistler başka türlüsü de mümkün iken taammüden faşizmi, totaliterizmi yeğlediler ve nihayetinde bir kesintisiz suçlar ve kötülükler koleksiyonu olan bu ülkeyi kurdular. Demem o ki bizler iki savaş arası o içtimai ve iktisadi türbülans zamanlarının hiçbir şekilde faşizmi, anti-özgürlükçü ve anti-demokratik uygulamaları gerekçelendiremeyeceğini söylüyoruz. Aksine bu biricik dönem, Kemalistleri zaten çok önceden beri tasarladıkları bu tekçi, ırkçı, şovenist, faşizan, totaliter rejimi kurmak için oldukça elverişli koşulları yarattığını söylüyoruz. Mustafa Kemal’in zihninde zaten daha en başından beri “milli sır” olarak adlandırdığı Bonapartist, jakobenist, mutlakiyetçi, üniter, merkeziyetçi, monarşist, despotik, diktatöryal, paternalist, totaliter, kuvvetler birliğine istinat eden, “cumhursuz” bir cumhuriyet fikri vardı ve bu iki emperyalist paylaşım savaşı arası dönem, onun bu fikrini cisimleştirmek için biçilmiş bir kaftandı.

Ayrıca yazımı aktüel olanla ilişkişlendirerek okura bir başka çerçeve sunmak istiyorum. Birçokları her ne kadar garipsese de Recep Tayyip Erdoğan ile Mustafa Kemal’in mukayeseli bir şekilde analiz edilmesi siyaset bilimi için bir gereklilik. Mustafa Kemal Atatürk’le hesaplaşılmadan Mustafa Kemal Erdoğan’la hesaplaşılamaz. Aksi takdirde bu toplum, cemiyet olma vasfından, birlikte varolma istenci ve iradesinden mahrum olan bu cemaatler ve güruhlar iki kasabın kavgasında taraf tutan koyun konumundan zerre-i miskal uzaklaşamayacak.

Mevcut ahval ve şerait içinde Mustafa Kemal, Kemalizmin kâbesi olan Anıtkabir’deki lahitini kırıp, kıyam edip çıkagelse ve Tayyip Erdoğan’la seçimlere girse kuvvetle muhtemel kaybedecektir. Tayyipmania’yı Kemalistler epey hafife alıyor. Tayyip perestliğin menşeinde Kemalist elitleri kendi adına döven taşralı, köylü Babadolu insanatının hıncı, intikam arzusu var. Babadolu taifesi Tayyip’te ve onun kostaklanmalarında kendi ezikliğini, aşağılık kompleksini gideren bir baba, dayı, bitirim görüyor. Meseleyi makarna ve kömüre oyunu ve ruhunu satmak olarak okuyan Kemalist müminler sosyolojiden, sosyal psikolojiden, kitlelerin psikolojisinden/patolojisinden ve eğilimlerinden bihaberler.

Erdoğanizm, yukarıdan, militarist ve saygısız bir modernleşme olarak vuku bulan Kemalist modernleşme prosesine bir tepkidir ve bastırılanın geri dönüşünü temsil eder. Cumhuriyetin seçkinlerinin halkı terbiye edilecek bir çocuk ve hayvan misali görmesinin ölümcül ve kötücül ters tepmesidir. Bu nedenle hummalı Erdoğan sevdasının rasyonel hiçbir veçhesi yoktur. Sivas’tan ötesini bilmeyen, ancak askeri operasyonlar ve devlet otoritesini gerek ideolojik aygıtlarla gerekse de baskı aygıtlarıyla tesis ve konsolide etmek için oralara giden cumhuriyetin ve onun kurucu partisinin, babalarının aşağıladığı kitlelerde rızalık ve bir karşılık oluşturması mümkün değildir. Öyle görünüyor ki Babadolu Tayyip’e ölene dek yazgılı ve Akp seçmeninin nezdinde Tayyip’in mazur görülemeyecek hiçbir kötülüğü, cürümü yoktur.

Hepimiz Doğu despotik devlet geleneğinin hüküm sürdüğü bir coğrafyada ömür çürütüyoruz. Tek adam patolojisinin, karizmatik kişilik kültünün, kişi tapıncının gayet güçlü ve kesif olduğu, ergen kalmış, bireyleşememiş ve kendileşememiş, cemaat tipi örgütlenme modelinden cemiyet modeline geçilememiş bir insan birikintisindeyiz. Devletçil ve totaliter/otoriter kişilik bozukluğu ve onun bir alt şubesi olarak “Kemalist kişilik bozukluğu” bu olmaz olasıca ellerde, Babadolu’da vakayı âdiyeden… Babadolu’daki esas kriz iktisadi değil, içtimai ve insanidir. Değil mi ki ucuz insanlar pahalıya mâl olurlar.

Kemalist diktatöryaya nostaljik bir özlem besleyerek, totaliter Kemalist tek adam rejimini fabrika ayarı olarak görerek, Atatürkiye’yi rücu edilmesi gereken bir asr-ı saadet olarak tarif ve telakki ederek Erdoğancılıkla ve Abdülhamitçilikle mücadele edemezsiniz. Türkan Saylancılık, Aziz Nesincilik, Uğur Mumculuk, Sıdıka Avarcılık, Turan Dursunculuk oynayarak muhafazakârlarla, mütedeyyinlerle, İslamcılıkla mücadele edemezsiniz. Türklük ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin tanıdığı konfor ve imtiyazlardan feragat etmeden, Türklük Sözleşmesi’ni feshetmeden, dinsellikten ve ırksallıktan arınmış yeni bir toplumsal mutabakat inşa etmeden; Kürtlerle, Hristiyanlarla ve Alevilerle bir arada yaşam istenci ve iradesi, ortak kader duygusu geliştiremezsiniz. İzmir Marşı’yla, İstiklal Marşı’yla, Andımız’la, Bir Başkadır Benim Memleketim’le İzmir’in sahil hattında, kordonda çoğalabilir, coşabilirsiniz; lakin Anadolu bozkırlarında, kırsalında azalırsınız, sözünüz bozkırın çorağına, kavruk ve çatlak ovalarına karışır, Kürt dağlarının boşluğunda erir. Sığınmacı, mülteci düşmanlığıyla, bir iç savaşta ölmeyi ve öldürmeyi reddetmiş o insanları günah keçisi belleyerek muasır medeniyetler seviyesine erişemez, evrensel hukuktan bahsedemez, hukukun üstünlüğünü tesis edemezsiniz. 12 Eylül Anayasası’nın ilk dört maddesini değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez olarak kelamullahlaştırarak demokratikleşemezsiniz. Bir tek adama karşı (Erdoğan) bir diğer tek adamı (Mustafa Kemal) kutsayarak, her şeyleştirerek, varlığınızı varlığına borçlu kılarak ve suni bir minnettarlığın altında ezilerek mevcut despotik hükümete karşı çıkamazsınız. Bilakis her gün şerha şerha dökülür, azalır, hiçliğin çukurunda karanlığa katık olursunuz.

Kurtarıcılardan kurtulmadıkça, karizmatik kişilik kültü ve tapıncından ve meftuniyetinden vazgeçmedikçe her zaman hüsrana uğrayacak ve ergen kalacaksınız. Bilinmezlikten ve belirsizlikten sıyrılıp gelecek o epik büyük adam kurtarmayacak sizi. Ya da geçmişte yaşandığını varsaydığınız “altın çağ” ve kuruluş ayarları diye takdim ettiğiniz, hatta dayattığınız kurucu kötülüklere dönmek ne mümkün ne de çare olabilir. Musa gibi sizin için denizi yaracak birisi çıkmayacak, ya da İsa misali bütün günahlarınızın bedelini yüklenmeye ve ödemeye hazır biri olmayacak. Çıkmazları kimse sizin için açmayacak. Pısırıklığınız, söylenmeniz ama söyleyememeniz, daha kötüsü söyleyecek sözünüzün olmaması, dile gelemeyişiniz, büyük adam ama küçük insanlarla yaşadığınız o tek taraflı patolojik aşklar sizi eritecek, geriye döküntünüz kalacak. Kimlik ihtirasıyla kişiliksizliğe savrulacak, dahası kişilik sahibi olmamanın ıstırabını duyumsayamayacak kadar kişiliksiz ve ilkesiz olacaksınız. Özgürlüğü her defasında müesses nizamın selameti vebekâsı için, devletin ali menfaatleri için, birlik ve beraberlik tekerlemeleri için feda edeceksiniz ve hiçbir şeyden daha az bir şey olarak “var-öleceksiniz.”

Ve Fikret Başkaya’dan bir pasajla yazıya nihayet vermeyi yerinde buluyorum:

“Reel Atatürkçülük, Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur; Kore’ye, Somali’ye, Afganistana’a vb. asker göndermektir, Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMFciliktir, ülkenin geleceğini çokulusulu denilen şirketlerin [emperyalizmin] insafına terk etmektir, cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşını Suudi Rabıta örgütüne ödetmektir. Aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında “postmodern darbe” yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve düşmansız yaşayamamaktır. Farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır. Toplumun spekülatörler ve rantiyeler tarafından rehin alınmasıdır. Ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır. Kürt varlığının inkârıdır, muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluktur, Şemdinlidir… “

Serdar Taş

avrupademokrat8.com/bir-diktat…

Israel Attacks Yemen’s Al-Hudaydah in Coordination with U.S. #Palestine qudsnen.co/israel-attacks-yeme…

The frontier of science as documented by @reallybigfoot

:bgft: :jrbd: :bigfoot:

ohai.social/@reallybigfoot/114…

❔ I've had a series of posts chronicling:

>Getting a Solar System set up for the entire house

>Getting a drone pilot's license and the experience doing work

Would you be interested on the occasional random posts about a software engineer & "AI" skeptic / critic actually being employed as an "AI" Engineer / Solution Architect?

Mostly chronicling things that it actually seems capable with [in an enterprise env] and what parts are parlor tricks and snake oil.

noauthority.social/@Richard/11…

  • Sounds interesting. (85%, 12 votes)
  • Nahhhhhhhhh. (7%, 1 vote)
  • :siren: Hypocrite Alert! :siren: (7%, 1 vote)
  • Shut up and post bread and coffee pics. (0%, 0 votes)
14 voters. Poll end: 3 months ago

Gramsci: The most important observation about any concrete analysis of the relations of force is that such analyses cannot and must not be ends in themselves, but acquire significance only if they serve to justify a particular practical activity. wordsmith.social/protestation/…


Quotes

  • Otto Kuusinen: As long as the working class wages only an economic struggle, the bourgeoisie does not see in that any great danger for itself; but when the working class organises politically, i.e., creates a political party which expresses its will as a class, the bourgeoisie begins seriously to fear for its rule. That is why reaction deals its main blows against the political party of the working class. At the same time, trying to undermine the party from within, capitalist propaganda endeavours to persuade the workers that they can do without their own party. One of the manifestations of bourgeois influence on the working class is the anarchist and anarcho-syndicalist denial of the leading role of a political party.
  • Democritus: Not from fear but from a sense of duty refrain from your sins.
  • Democritus: Many who have not learned wisdom live wisely, and many who do the basest deeds can make most learned speeches.
  • Democritus: Fools learn wisdom through misfortune.
  • Democritus: Strength of body is nobility in beasts of burden, strength of character is nobility in men.
  • Democritus: Neither art nor wisdom may be attained without learning.
  • Democritus: It is better to correct your own faults than those of another.
  • Democritus: Good means not (merely) not to do wrong, but rather not to desire to do wrong.
  • Democritus: Fame and wealth without wisdom are unsafe possessions.
  • Muammar Gaddafi: We will not surrender. We will defeat them by any means. We are ready for the fight, whether it will be a short or a long one. We will be victorious in the end. This assault is by a bunch of fascists who will end up in the dustbin of history.
  • Democritus: By convention sweet is sweet, bitter is bitter, hot is hot, cold is cold, color is color; but in truth there are only atoms and the void.
  • Democritus: We know nothing accurately in reality, but (only) as it changes according to the bodily condition, and the constitution of those things that flow upon (the body) and impinge upon it.
  • Democritus: Medicine heals diseases of the body, wisdom frees the soul from passions.
  • Democritus: Immoderate desire is the mark of a child, not a man.
  • Democritus: Men have fashioned an image of Chance as an excuse for their own stupidity.
  • Democritus: In a shared fish, there are no bones.
  • Democritus: Education is an ornament for the prosperous, a refuge for the unfortunate.
  • Democritus: The animal needing something knows how much it needs, the man does not.
  • Democritus: Moderation multiplies pleasures, and increases pleasure.
  • Democritus: If your desires are not great, a little will seem much to you; for small appetite makes poverty equivalent to wealth.
  • Democritus: No power and no treasure can outweigh the extension of our knowledge.
  • Democritus: In fact we do not know anything infallibly, but only that which changes according to the condition of our body and of the (influences) that reach and impinge upon it.
  • Democritus: Of practical wisdom these are the three fruits: to deliberate well, to speak to the point, to do what is right.
  • Democritus: 'Tis not in strength of body nor in gold that men find happiness, but in uprightness and in fulness of understanding.
  • Democritus: He who does wrong is more unhappy than he who suffers wrong.
  • Samuel P. Huntington: The West won the world not by the superiority of its ideas or values or religion (to which few members of other civilizations were converted) but rather by its superiority in applying organized violence. Westerners often forget this fact; non-Westerners never do.
  • Marjori Palmer: One of the most morale-damaging aspects of the inflation was the "sack of Germany" that occurred at the height of the (1923) inflation. Anyone who possessed dollars or sterling was king in Germany. A few American dollars would allow a man to live like a millionaire. Foreigners swarmed into the country, buying up family treasures, estates, jewelry and art works at unbelievable low prices.
  • Lionel Robbins: It was the most colossal thing of its kind in history: and next probably to the Great War itself, it must bear responsibility for many of the political and economic difficulties of our generation. It destroyed the wealth of the more solid elements of German society: and left behind a moral and economic disequilibrium, a breeding ground for the disasters which have followed. Hitler is the foster child of the inflation.
  • Lenin: There is no trace of utopianism in Marx, in the sense that he made up or invented a 'new' society. No, he studied the birth of the new society out of the old, and the forms of transition from the latter to the former, as a natural-historical process. He examined the actual experience of a proletarian mass movement and tried to draw practical lessons from it.
  • Che Guevara: Many will call me an adventurer - and that I am, only one of a different sort: one of those who risks his skin to prove his platitudes.
  • Democritus: The first principles of the universe are atoms and empty space; everything else is merely thought to exist.
  • Bertolt Brecht: Lenin is enshrined In the large heart of the working class.


Future space missions could use quantum technologies to help us understand the physical laws that govern the universe, explore the composition of other planets and their moons, gain insights into unexplained cosmological phenomena, or monitor ice sheet thickness and the amount of water in underground aquafers on Earth. NASA’s Cold Atom Lab (CAL), a first-of-its-kind […]

The comments on this article are fun. dailynous.com/2025/05/05/philo…

Araghchi: Trump’s support for Gaza genocide & wars in Yemen brings no gains for Americans saba.ye/en/news3476668.htm

Refurbished Lenovos in general (and LinuxPusher.dk, in particular)


Hey all - what’s your experience with refurb Lenovo laptops for Linux from companies/shops that specialize in this as a service? I’m looking at LinuxPusher.dk but am also curious about other EU-based shops. It seems like a good, affordable way to get a Linux machine if you’re a novice, like me (some experience with Ubuntu and Kubuntu about 10 years ago).
in reply to mpblack

Thinkpads have long had first tier linux support, in fact many models have shipped with linux for at least a decade (?), checking that is a really good way to be sure, but you're going to be fine with W, P, T, X lines, many enthusiasts make light work. They were deployed (might still be) to Red Hat kernel devs for a long time, which helps things along. Fingerprint drivers tend to be proprietary and hit or miss, but passwords work.

Honestly learning to install linux yourself, and configure it to your liking, is actually, imo, a really important path to learning and you're likely doing yourself a disservice avoiding it. It's part of the avoidance of vendor lock in you want. Installation is surprisingly easy now, start with something simple, Mint is often recommended these days, find a decent, recent, youtube and you'll probably be up and running in an hour. Find the apps you need for your workflow (which will take considerably longer). Get familiar with the terminal. Best thing you can do after that is burn it down and install a new distro, leaving any mistakes behind, keeping your list of apps. Arch if you want to get really deep into it, or Fedora / Bazzite are good choices and very stable. Best of luck.

This entry was edited (3 months ago)

[ How-To Geek: I Skip Open Source Apps When I See This on Their Website ]
howtogeek.com/i-skip-open-sour…
Hear! Hear! Yes! Thank you!

It was never about the hostages. It was never about Hamas. en.reseauinternational.net/il-…

@Tfmonkey You mentioned gorilla face, but how about wookie face. Guys will hit anything. dailymail.co.uk/femail/article…

libertytree.ca/quotes/Michael.…
“I have the right to do whatever I wish with my property. If I own a pile of wood, I can set fire to it even if it is currently nailed together in the shape of a barn. Cigarettes may not be healthy for me in the long run, but I have the freedom to smoke them anyway. Drinking alcohol may or may not have negative side effects, but even if it does, the government has no authority to prohibit you from consuming it, even if it is "in your own best interest." Since when…

libertytree.ca/quotes/Karl.Mar…

“The theory of Communism may be summed up in one sentence: Abolish all private property.”

~ Karl Marx
(1818-1883) Prussian-born philosopher, economist, sociologist, journalist, and revolutionary socialist, father of Communism, co-author of the 'Communist Manifesto'

📁📁📁Casse-tête pour les médias mainstream–«Les Russes et les Chinois sont frères pour toujours»: #Poutine et #Xi-Jinping signent l'arrêt de mort de l'hégémonie occidentale

La présence de Xi Jinping à Moscou du 7 au 10 mai, et les images prévisibles d’accolades entre les deux dirigeants, beuguent le narratif de la presse aux ordres, longtemps subventionnée par l’USAID.
En février 2022, Pékin et Moscou ont signé un partenariat «sans limite» pour un «nouvel ordre mondial»… mais pas celui de l’Etat profond néoconservateur, désormais réduit à l’Europe de Von der Leyen.

Que promet ce partenariat?
Les deux parties appellent les pays et organisations concernés à cesser d'adopter des politiques de confrontation et de s'ingérer dans les affaires intérieures d'autres pays, de saper l'architecture de sécurité existante, de créer des “petites cours avec de hautes clôtures” entre les pays, de provoquer des tensions régionales.

➡️➡️«L’armée chinoise est prête à soutenir la paix et la sécurité régionales avec l'armée russe»–Pékin
Kompromatmedia
6/5/2025
#géopolitique #Russie #Chine

Fidel Castro: Globalization was enclosed in the straitjacket of neoliberalism, and as such tends to globalize not development, but poverty; not respect for the national sovereignty of our States, but its violation; not solidarity among peoples, but "every man for himself" in the midst of unequal competition in the market. Two decades of the so-called neoliberal structural adjustment have left a balance of economic failure and social disaster... It is time for the Third World to energetically demand the demolition of an organization (the IMF) that does not offer stability to the world economy and functions not to deliver preventive funds to debtors to avoid liquidity crises, but to protect and rescue creditors. wordsmith.social/protestation/…


Quotes

  • Otto Kuusinen: As long as the working class wages only an economic struggle, the bourgeoisie does not see in that any great danger for itself; but when the working class organises politically, i.e., creates a political party which expresses its will as a class, the bourgeoisie begins seriously to fear for its rule. That is why reaction deals its main blows against the political party of the working class. At the same time, trying to undermine the party from within, capitalist propaganda endeavours to persuade the workers that they can do without their own party. One of the manifestations of bourgeois influence on the working class is the anarchist and anarcho-syndicalist denial of the leading role of a political party.
  • Democritus: Not from fear but from a sense of duty refrain from your sins.
  • Democritus: Many who have not learned wisdom live wisely, and many who do the basest deeds can make most learned speeches.
  • Democritus: Fools learn wisdom through misfortune.
  • Democritus: Strength of body is nobility in beasts of burden, strength of character is nobility in men.
  • Democritus: Neither art nor wisdom may be attained without learning.
  • Democritus: It is better to correct your own faults than those of another.
  • Democritus: Good means not (merely) not to do wrong, but rather not to desire to do wrong.
  • Democritus: Fame and wealth without wisdom are unsafe possessions.
  • Muammar Gaddafi: We will not surrender. We will defeat them by any means. We are ready for the fight, whether it will be a short or a long one. We will be victorious in the end. This assault is by a bunch of fascists who will end up in the dustbin of history.
  • Democritus: By convention sweet is sweet, bitter is bitter, hot is hot, cold is cold, color is color; but in truth there are only atoms and the void.
  • Democritus: We know nothing accurately in reality, but (only) as it changes according to the bodily condition, and the constitution of those things that flow upon (the body) and impinge upon it.
  • Democritus: Medicine heals diseases of the body, wisdom frees the soul from passions.
  • Democritus: Immoderate desire is the mark of a child, not a man.
  • Democritus: Men have fashioned an image of Chance as an excuse for their own stupidity.
  • Democritus: In a shared fish, there are no bones.
  • Democritus: Education is an ornament for the prosperous, a refuge for the unfortunate.
  • Democritus: The animal needing something knows how much it needs, the man does not.
  • Democritus: Moderation multiplies pleasures, and increases pleasure.
  • Democritus: If your desires are not great, a little will seem much to you; for small appetite makes poverty equivalent to wealth.
  • Democritus: No power and no treasure can outweigh the extension of our knowledge.
  • Democritus: In fact we do not know anything infallibly, but only that which changes according to the condition of our body and of the (influences) that reach and impinge upon it.
  • Democritus: Of practical wisdom these are the three fruits: to deliberate well, to speak to the point, to do what is right.
  • Democritus: 'Tis not in strength of body nor in gold that men find happiness, but in uprightness and in fulness of understanding.
  • Democritus: He who does wrong is more unhappy than he who suffers wrong.
  • Samuel P. Huntington: The West won the world not by the superiority of its ideas or values or religion (to which few members of other civilizations were converted) but rather by its superiority in applying organized violence. Westerners often forget this fact; non-Westerners never do.
  • Marjori Palmer: One of the most morale-damaging aspects of the inflation was the "sack of Germany" that occurred at the height of the (1923) inflation. Anyone who possessed dollars or sterling was king in Germany. A few American dollars would allow a man to live like a millionaire. Foreigners swarmed into the country, buying up family treasures, estates, jewelry and art works at unbelievable low prices.
  • Lionel Robbins: It was the most colossal thing of its kind in history: and next probably to the Great War itself, it must bear responsibility for many of the political and economic difficulties of our generation. It destroyed the wealth of the more solid elements of German society: and left behind a moral and economic disequilibrium, a breeding ground for the disasters which have followed. Hitler is the foster child of the inflation.
  • Lenin: There is no trace of utopianism in Marx, in the sense that he made up or invented a 'new' society. No, he studied the birth of the new society out of the old, and the forms of transition from the latter to the former, as a natural-historical process. He examined the actual experience of a proletarian mass movement and tried to draw practical lessons from it.
  • Che Guevara: Many will call me an adventurer - and that I am, only one of a different sort: one of those who risks his skin to prove his platitudes.
  • Democritus: The first principles of the universe are atoms and empty space; everything else is merely thought to exist.
  • Bertolt Brecht: Lenin is enshrined In the large heart of the working class.


#KeremNavot - Naboth’s Vineyard
Naboth's Vineyard (Kerem Navot) is an Israeli NGO established in 2012, which monitors and carries out research on Israeli land policy in the #WestBank.

In the settlement of Efrat, #looting has been elevated to a form of art. Under the guise of “public participation”, the settlement of #Efrat is establishing a new “artists’ center” - on private land belonging to Palestinians from the villages of Al Khader and Irtas. The land lies outside the settlent’s fence, in an area that was “temporarily” seized for security needs. The public wanted art? They got planned looting. Welcome to democracy, Efrat - style.


On Sunday, (May 4, #2025), Tani Goldstein published another surreal tale from the #WestBank on the Zman Israel news site, a story that captures the spirit of the place and the times we are living in.

On February 9, the local council of the settlement of Efrat published the following announcement on its website: “Let’s get started! On Wednesday evening, the first Public Participation session was held regarding an artists’ center that will be built in the Degan neighborhood. Thank you to all the residents and artists who came on a cold, stormy evening for an important and meaningful discussion in the council!” Link to the full text below.

The attached photos made it clear that the new center is to be built beyond the settlement’s fence, north of the Givat Hadagan neighborhood. About a week and a half later, on February 18, the settlement’s Facebook page published a follow up post: “After the Public Participation session that was held about two weeks ago, we went out into the field to plan the new artists’ center that will soon be built in the Hadagan neighborhood, in the Shlomo Promenade. We invited the regional directors of the Electra Afikim company to the tour. Electra Afikim company is generously donating five old buses to be renovated and turned into workspaces, studios, exhibition areas and gathering spaces.” This post, too, was accompanied by photos showing exactly where the “public” chose to build the new “artists’ center”. Link to the post below.

At this point, it is not hard to guess where things are headed. The “public” in Efrat decided to establish the Artists’ Center on private land belonging to residents of the villages of Irtas and Al Khader, land that, naturally, lies outside the official boundaries of the settlement and even beyond the settlement’s fence that currently marks the northern perimeter of the settlement. In order to understand how we got here, let us briefly revisit the history of land looting in this area.

The settlement of Efrat was established in the late 1970s at what is today its most southern point (just north of road 3157). Since then, it has steadily expanded northward onto land that was looted from the residents of Irtas and Al Khader, primarily through declaring them as State Land.

In #2005, the army issued a series of “temporary” seizure orders for a strip of land to the east and north of the settlement of Efrat, designated for the construction of the separation barrier. In practice, the army began building the fence but never completed it. As a result, only a short segment of the route was broken north of the settlement of Efrat, within the agricultural lands belonging to residents of Irtas and Al Khader.

In #2014, large - scale construction began in the northern areas of the settlement of Efrat (Giv'at Hadagan and Giv'at Hatamar), and the path that was originally broken for the separation barrier - that was never actually built - was repurposed. Settlers began dumping construction debris there, eventually turning the area into a parking lot.

Over the past year, the #settlement went even further, by building a food court on part of that same strip, which now has several eateries and cafés. After all, this is what the public in the settlement of Efrat wants.

And now, the public has decided it wants even more: to take over additional privately owned lands belonging to residents of Al Khader and Irtas, lands that were “temporarily” seized in order to build an “artists’ center”. After all it is their right of course, this is how things work in the only democracy in the Middle East.

Link to the Zman Israel article below (remove the spaces)
https://efrat. localtimeline. com/index.php
https://www. zman. co.il/585122/whatsapp/

Naboth's Vineyard (Kerem Navot) is an Israeli NGO established in 2012, which monitors and carries out research on Israeli land policy in the #WestBank.

#Palestine
#apartheid #Israel #apartheid-Israel
#History #settlers
#Kerem-navot #Keremnavot
#EU #US #US-Israel #US-Israel-terrorism #Israel #genocide #Gaza #Palestine
https://x.com/nabothVin/status/1919718402035175782
keremnavot.org/english
https://x.com/nabothVin

Harley and Me
Yeah, I know, the Grammar is not correct in the title but I really don't care. I am a bit miffed at the moment. I love Harley to death and I know she loves me the same way but she drives me absolutely insane. She comes to me for advice. I give it to her. She doesn't take it. Then yells at me because she failed at something. She pisses me off and then comes in for hugs and kisses while I am still pissed.

If there is anyone on this planet that is more insane than I am, it's her.

OpenAI reaches agreement to buy Windsurf for around $3B

Link: bloomberg.com/news/articles/20…
Discussion: news.ycombinator.com/item?id=4…

"Democrat Ruben Gallego Pushes Amnesty for Illegals in Response to Trump‘s Self-Deportation Program

breitbart.com/politics/2025/05…

TRAITOR AND SEDITIONIST! ILLEGALLY ELECTED PIECE OF LIVING SHIT! CAN WE DEPORT THIS MUTHERFUCKER?"

Israel plans to reoccupy Gaza indefinitely. Here’s what that actually means. #Palestine mondoweiss.net/2025/05/israel-…

Anban Govender reshared this.

Maurice Bishop: Has Reagan ever been interested in elections and democracy? When did Reagan ever call on Haiti to hold elections? When did Reagan ever call on the butcher Pinochet in Chile or on South Korea to hold elections? Is he calling upon racist South Africa to hold elections? No! Even when Allende in Chile had in fact won power through elections what did the American President - Nixon at the time do? Nixon, Kissinger and Helms sat down the night after Allende won the elections in September 1970 and they worked out their plan of aggression and destabilisation against President Allende. Allende didn't say no more elections. He didn't arm working people to try to close down the reactionary paper El Mercurio as he should have done. Allende relied on the parliamentary form that they wanted him to rely on. But because he was a socialist and was independent and was bringing benefits and justice to his people, the American elite went out of their way to crush him ruthlessly. And the criminal they put into power has yet to be told by the so-called democratic United States to call an election. wordsmith.social/protestation/…


Quotes

  • Otto Kuusinen: As long as the working class wages only an economic struggle, the bourgeoisie does not see in that any great danger for itself; but when the working class organises politically, i.e., creates a political party which expresses its will as a class, the bourgeoisie begins seriously to fear for its rule. That is why reaction deals its main blows against the political party of the working class. At the same time, trying to undermine the party from within, capitalist propaganda endeavours to persuade the workers that they can do without their own party. One of the manifestations of bourgeois influence on the working class is the anarchist and anarcho-syndicalist denial of the leading role of a political party.
  • Democritus: Not from fear but from a sense of duty refrain from your sins.
  • Democritus: Many who have not learned wisdom live wisely, and many who do the basest deeds can make most learned speeches.
  • Democritus: Fools learn wisdom through misfortune.
  • Democritus: Strength of body is nobility in beasts of burden, strength of character is nobility in men.
  • Democritus: Neither art nor wisdom may be attained without learning.
  • Democritus: It is better to correct your own faults than those of another.
  • Democritus: Good means not (merely) not to do wrong, but rather not to desire to do wrong.
  • Democritus: Fame and wealth without wisdom are unsafe possessions.
  • Muammar Gaddafi: We will not surrender. We will defeat them by any means. We are ready for the fight, whether it will be a short or a long one. We will be victorious in the end. This assault is by a bunch of fascists who will end up in the dustbin of history.
  • Democritus: By convention sweet is sweet, bitter is bitter, hot is hot, cold is cold, color is color; but in truth there are only atoms and the void.
  • Democritus: We know nothing accurately in reality, but (only) as it changes according to the bodily condition, and the constitution of those things that flow upon (the body) and impinge upon it.
  • Democritus: Medicine heals diseases of the body, wisdom frees the soul from passions.
  • Democritus: Immoderate desire is the mark of a child, not a man.
  • Democritus: Men have fashioned an image of Chance as an excuse for their own stupidity.
  • Democritus: In a shared fish, there are no bones.
  • Democritus: Education is an ornament for the prosperous, a refuge for the unfortunate.
  • Democritus: The animal needing something knows how much it needs, the man does not.
  • Democritus: Moderation multiplies pleasures, and increases pleasure.
  • Democritus: If your desires are not great, a little will seem much to you; for small appetite makes poverty equivalent to wealth.
  • Democritus: No power and no treasure can outweigh the extension of our knowledge.
  • Democritus: In fact we do not know anything infallibly, but only that which changes according to the condition of our body and of the (influences) that reach and impinge upon it.
  • Democritus: Of practical wisdom these are the three fruits: to deliberate well, to speak to the point, to do what is right.
  • Democritus: 'Tis not in strength of body nor in gold that men find happiness, but in uprightness and in fulness of understanding.
  • Democritus: He who does wrong is more unhappy than he who suffers wrong.
  • Samuel P. Huntington: The West won the world not by the superiority of its ideas or values or religion (to which few members of other civilizations were converted) but rather by its superiority in applying organized violence. Westerners often forget this fact; non-Westerners never do.
  • Marjori Palmer: One of the most morale-damaging aspects of the inflation was the "sack of Germany" that occurred at the height of the (1923) inflation. Anyone who possessed dollars or sterling was king in Germany. A few American dollars would allow a man to live like a millionaire. Foreigners swarmed into the country, buying up family treasures, estates, jewelry and art works at unbelievable low prices.
  • Lionel Robbins: It was the most colossal thing of its kind in history: and next probably to the Great War itself, it must bear responsibility for many of the political and economic difficulties of our generation. It destroyed the wealth of the more solid elements of German society: and left behind a moral and economic disequilibrium, a breeding ground for the disasters which have followed. Hitler is the foster child of the inflation.
  • Lenin: There is no trace of utopianism in Marx, in the sense that he made up or invented a 'new' society. No, he studied the birth of the new society out of the old, and the forms of transition from the latter to the former, as a natural-historical process. He examined the actual experience of a proletarian mass movement and tried to draw practical lessons from it.
  • Che Guevara: Many will call me an adventurer - and that I am, only one of a different sort: one of those who risks his skin to prove his platitudes.
  • Democritus: The first principles of the universe are atoms and empty space; everything else is merely thought to exist.
  • Bertolt Brecht: Lenin is enshrined In the large heart of the working class.


End of 10 – find someone local to help you install Linux


Support for Windows 10 ends on October 14, 2025. Microsoft wants you to buy a new computer. If you bought your computer after 2010, there's most likely no reason to throw it out. By just installing an up-to-date Linux operating system you can keep using it for years to come.

Installing an operating system may sound difficult, but you don't have to do it alone. With any luck, there are people in your area ready to help! Find someone to help you.

in reply to Possibly linux

Plus, the first step to learning Linux is figuring out how to install Linux.

If you can't do the easiest part of Linux you're going to have a bad time with the rest of Linux.

Edit: Well, wait up. Doing it for someone is one thing, teaching them enough to get by is another.

The way the post is stated, my brain went, "here's your PC with Linux on it, bye."

This entry was edited (3 months ago)
in reply to Eyedust

I might have agreed 10 years or so ago, but Linux has changed and this is entirely dependent upon the distribution and use case. Linux will hold onto the image of being a "difficult" OS for some amount of time of course, but I really don't believe that is necessarily the case any longer.

I installed Mint for my parents who are in their 70's ~4 months ago, showed them how to run updates, configured automatic backups, and I haven't heard a peep since except for the few times they told me they liked it a lot more than windows because they feel like it's a lot easier to find where stuff is. They can browse the internet as needed, work in Libre office as needed, get to all of their emails as needed, etc - they have actually 0 problems with it meeting their needs.

This entry was edited (3 months ago)

« La bourgeoisie culturelle de gauche : une force contre-révolutionnaire »


Par Nicolas Casaux sur Le Partage.

Les idées qui dominent, aujourd’hui, à gauche, parmi les gens de gauche en général, sont essentiellement les idées des figures dominantes de la gauche. Le processus de formation des idées dominantes, à gauche (comme à droite), paraît bien davantage top-down que bottom-up, pour employer une expression startupienne. Dans le capitalisme technologique contemporain, les opinions des gens de gauche sont façonnées, au travers des médias […], par une intelligentsia, un cénacle d’individus formant une bourgeoisie culturelle de gauche.

#Politique #Gauche #Bourgeoisie-Culturelle #BourgeoisieCulturelle #Contre-Révolutionnaire #ContreRévolutionnaire #Conservatisme #Nicolas-Casaux #NicolasCasaux #Casaux #LePartage #France #France2025 #2025 #fr

Part_of You reshared this.

Güney Marmara Çerkes Sürgünü ve “150’likler”….025

Osmanlı Devleti ile, başta Çerkesler olmak üzere, Kuzey Kafkasya arasındaki ilişkiler çok eskilere dayanmaktadır. Daha sürgün öncesinde Osmanlı Devletine ve İstanbul’a gelip yerleşen, asker-bürokrat olan ve yazarlık-gazetecilik yapan, devlete hizmet eden binlerce Çerkes vardır.

Ama Çerkeslerin Rusya imparatorluğuna karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşını kaybetmeleri ve soykırıma ( 1864 ) uğramaları sonrasında, Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusyası arasında yapılan anlaşma ile yüzbinlerce ( ciddi kaynaklara göre 1.5 milyon Çerkes ve Kuzey Kafkasyalı ) Osmanlı devletine sürgün edildi. Ve bunlar geniş Osmanlı coğrafyasına dağınık olarak yerleştirildi.

Çerkeslerin görece daha yoğun veya topluca yerleştirildikleri coğrafyalardan biri olan Marmara bölgesi 20. Yüzyılın başlarında siyasi olarak hayli hareketliydi. Bölgede hem Osmanlı Sarayına sadık güçler faaliyet gösteriyordu hem de İttihat ve Terakki taraftarları: daha sonra ulusal kurtuluş hareketini örgütleyen Kuvva’i Milliyeciler ve Kuvva’i Seyyareciler.

Bu güçlerin hepsine Çerkesler aktif ve kitlesel olarak katıldılar. Saray’a ve İstanbul hükümetine sadık olanlar Anzavur Ahmet’in saflarında, kurtuluş savaşına katılan Çerkesler ise Kuvva’i Milliye ve Kuvva’i Seyyare saflarında örgütlenmişlerdi. Ayrıca Teşkilat’ı Mahsusa’da da örgütün başkanlarından Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi de dahil olmak üzere epey bir Çerkes vardı.

İstanbul Hükümeti Sivas Kongresi’nden sonra 7000 kişilik bir Hilafet Ordusu ( resmi adıyla “Kuvva’i İnzibatiye” ) kurmuş, başına Osmanlı’ya bir ara Jandarma Zabitliği de yapan Bigalı Ahmet Anzavur’u getirmişti. Anzavur Ahmet, Kuvva’i Milliyecilerin dine ve Halife’ye karşı olduğu propagandası ile Marmara ve Ege bölgesinden ağırlıklı olarak Çerkeslerden oluşan büyük birlikler kurdu.

Ankara’nın Anzavur Ahmet’in güçlerini bastırması için görevlendirdiği kişi ise yine başka bir Çerkes, Ethem Bey oldu. Ethem Bey’i ve kardeşleri Reşit ve Tevfik Bey’leri milli kurtuluş savaşına katılmaya davet edenler ise Rauf Orbay ve Bekir Sami Bey’lerdi.

Ethem Bey de, tıpkı Ahmet Anzavur gibi, ağırlıklı olarak Marmara Bölgesi’nden, Gönen, Balıkesir, Bandırma ve Bursa Çerkeslerinden topladı kuvvetlerini. Sonra bunlara İzmir bölgesinden “efe”ler ve “çete”ler de katıldı.

O yıllarda Ankara’nın ne Ege’yi işgal eden Yunanlılarla savaşacak ne de çıkan isyanları bastıracak ciddi bir gücü yoktu. Bu işi Ethem Bey’in komuta ettiği Kuvva’i Seyyare üstlendi. Ethem Bey bir yandan Ege’de Yunanlılarla savaşırken diğer yandan Anzavur Ahmet, Bolu, Düzce, Adapazarı ve Yozgat Çapanoğlu isyanlarını hem de çok kanlı bir şekilde bastırdı.

Burada şunu vurgulamak gerekiyor: Anzavur Ahmet’in ve Ethem Bey’in birliklerine, kendileri de Çerkes olmaları nedeniyle, Çerkesler yoğun bir şekilde katılmışlarsa da biri İstanbul Hükümetine, diğeri de Ankara Hükümetine hizmet etmişti, iki gücün de ulusal bir hedefi ve karakteri yoktu.

Sonunda, düzenli orduya katılmayı reddeden, lider karakterli, Mustafa Kemal’e göre daha “halkçı” olan “Çerkes Ethem” yine bir Çerkes olan Anzavur Ahmet’i; Ankara da Ethem Bey’i tasfiye etti.

Ankara İstiklal Mahkemesi Ethem Beyi, kardeşlerini ve diğer Kuvva’i Seyyare mensuplarını ( kimisini gıyabında ) İstiklal Mahkemelerinde yargıladı ve vatana ihanet suçundan idama mahkum etti veya ağır cezalar verdi. Suçu sabit olmayanlar sınır dışı edildi ve Çerkes halkı bu iki güce hizmet ettiği ile kaldı.

Bazıları Osmanlı Devleti’nin sürgünle gelen Çerkeslere “kucak açtığını” düşünse de gerçek böyle değildir. Osmanlı devleti, Avrupa’da, Orta Doğu’da ve Afrika’da büyük toprak kayıpları yaşadığı ve “Anadolu’ya” doğru çekildiği yıllarda Müslüman-asker nüfusuna ihtiyaç duyuyordu. İşte Çerkesler Osmanlı devletinin bu ihtiyacına cevap oldular.

İstanbul hükümeti Çarlık Rusyasına Çerkesleri kabul etmeye hazır olduğunu bildirdi, anlaşma yaptı ve tarihi vatanları Çerkesya’dan sürgün edilen Çerkesleri “sınır boyları”nda yaşayan ve Osmanlı devletinden haz duymayan topluluklar arasına yerleştirdi.

Ama 1. Dünya Savaşı sonrası, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında “devletin” Çerkeslere yönelik politikası çeşitli nedenlerle değişmeye başladı.

Kimileri “İngilizlerin etkisi ile”, kimileri de “İttihat ve Terakki’nin baskısıyla” diyorlar, ama asıl neden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefedir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar, Lozan Anlaşması’nda da teyit edildiği gibi, bir “Türk Ulus Devleti” inşa ediyorlardı. Ve ekonomik-siyasi-askeri kuruluş sürecinde kendilerine “sorun çıkarabilecekler”ini düşündükleri kişileri, toplulukları, halkları ve kurumları tasfiye ettiler, sindirdiler.

Bu çerçevede Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti, Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti, Çerkes Numune Mektebi ile Diyane ve Ğuaze gazeteleri, 1920’li yıllarda, arka arkaya kapatıldılar veya kapandılar. Çerkes Numune Mektebi’nin müdiresi Seza Hanım, General Nazmi Paşa ve General Doktor İsa Ruhi Paşa gibi isimler tutuklandılar. El konulan arşivler, belgeler yakılıp yok edildiler.

Bazı tarihçiler, Ethem’in, yöntemlerinin ve “Yeşil Ordu” ile kurduğu ilişkilerin Kurtuluş Savaşı’na maddi destek veren yerel eşrafı ve tüccarları korkuttuğu ve Batılı güçlerin de güvenini sağlamak için Ankara tarafından tasfiye edildiğini söylüyorlar. Ama Çerkeslerin tasfiyesi Milli Mücadele sonrasında da devam etti.

1923’te toplanan Lozan Barış Konferansı’nda tartışılan azınlıklar arasında Çerkesler de vardı. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Çerkeslere azınlık statüsünün tanınmasını istiyordu. Ama İsmet Paşa, Kürtler için söylediğini Çerkesler için de tekrar etti: “Çerkesler bizim öz kardeşimizdir”.

Bu nasıl kardeşlikse, Ethem ve kuvvetleri tasfiye edildikten sonra “150’likler” gündeme geldi. 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen ( Ermeni Tehciri de dahil ) suçlara karışanlara genel af gelirken, kurtuluş savaşına kitlesel olarak katılan, büyük fedakarlıklar gösteren Çerkesler 150’liklere alındı. Aslında liste daha uzundu, 6000 kişi olduğu söyleniyordu, böylece iktidara muhalif olan veya olabilecek herkesin listeye alınması isteniyordu. Büyük tartışmalardan sonra sayı 150’ye indi. Ama bunların 86’sı, ne tesadüf!, Çerkesti.

Özetlemek gerekirse, 11 Eylül 1920’den Mayıs 1923’e kadar görev yapan 14 İstiklal Mahkemesi’nde casusluk, bozgunculuk, asker kaçağı olmak, eşkıyalık yapmak, saltanat yanlısı olmak veya isyancılık yapmak gibi suçlamalarla toplam 59.164 kişi yargılandı, bunların 41.678’ine çeşitli cezalar verildi ve 1054 idam cezası infaz edildi. İktidara yakın olanlar affedildi, ama çoğunluğu Çerkes olan 150 kişi af kapsamı dışında bırakıldı.

Sayının neden 150 olduğunu kimse bilmiyor. “Bazılarına göre bu sayı İngilizlerin 1919’da Malta’ya götürdüğü 150 kişiye nazire idi. Bazılarına göre görüşmeler yapıldığı sırada zaten 150 kadar ‘hain’ yurtdışına çıkmıştı. Fiili durumu hukuki duruma çevirmek için 150 kişi denmişti”.

16 Nisan 1924 tarihli TBMM’de yapılan gizli celse, listenin nasıl oluşturulduğuna dair bir fikir veriyor.

“Kürsüye çıkan Dâhiliye Vekili Ferit Bey, Emniyet tarafından hazırlanan 600 kişilik ilk listenin önce 300 kişiye sonra 150 kişiye indirildiğini belirtmiş ardından bu kişilerin nasıl seçildiğini anlatmıştı. Ancak liste kimseyi memnun etmedi.

Her kafadan bir ses çıkıyor, şu veya bu kişinin neden listede olmadığı soruluyordu. Örneğin İzmir Mebusu Şükrü (Saraçoğlu) Bey, listede hiç Rum ve Ermeni olmamasından yakınırken, Çorum Mebusu Mustafa Bey de kendisine destek çıkıyordu: ‘Aynı cürmü irtikâp edenlerden aynı suçu işleyenlerden bir Türk, bir Rum var, bir Ermeni var, bir Arap, Arnavut var, bir Çerkes var. Binaenaleyh evvela Türk kalır, Ermeni veya Rum gider...’

Keza, Karesi Mebusu Ahmet Süreyya Bey, Ermeni, Rum ve Yahudilerin de listeye eklenmesini istedi, ama Dahiliye Vekili Ferit Bey “600 kişilik listede Rumlar ve Ermeniler de vardı ancak Lozan’da İsmet Paşa ile Venizelos arasında imzalanan ek protokolle Rumların ( dolayısıyle diğer gayrı müslimlerin ) listeye konmayacağına dair söz verdik” diyerek bu isteği reddetti.

İşte böyle oluşturulmuştu “hainler” listesi. Ama listede bu kadar çok Çerkesin olması, Çerkeslerin özellikle hedef seçildiğini düşündürüyor.

Ethem Bey ile iki kardeşi Reşit ve Tevfik Beyler ve Ethem’in dört adamı ile Teşkilatı Mahsusa’nın başkanı Kuşçubaşı Eşref ve Kardeşi Hacı Sami’nin de aralarında olduğu, 150’liklere dahil edilenlerden, çoğu Çerkes, bazıları şunlardı:

Ethem Bey ve Arkadaşları:

  1. Ethem Bey
  2. Ethem’in biraderi Reşit
  3. Ethem’in biraderi Tevfik
  4. Kuşçubaşı Eşref ( Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanlarından )
  5. Kuşçubaşı Eşref’in biraderi Hacı Sami
  6. İzmirli Akhisar Kumandanı Yüzbaşı Küçük Ethem
  7. Düzceli Mehmetoğlu Sami
  8. Burhaniyeli Halil İbrahim
  9. Susurluk’tan Demirkapılı Hacı Ahmet

Çerkes Kongresi Üyeleri:

  1. Hendek Kazası’nın Sümbüllü Karyesi’nden Bağ Osman
  2. Eski İzmir Mutasarrıfı İbrahim Hakkı
  3. Baraev Sait
  4. Berzek Tahir
  5. Adapazarı’nın Harmantepe Karyesi’nden Maan Şirin
  6. Söke Ereğlisi’nin Teke Karyesi’nden Koca Ömeroğlu Hüseyin
  7. Adapazarı’nın Talustanbey Köyü’nden Bağ Kamil
  8. Hamte Ahmet
  9. Maan Ali
  10. Kirmastı’nın Karaosman Karyesi’nden Harunelreşid
  11. Eskişehirli Sefer Hoca
  12. Bigalı Nuri Beyoğlu İsa
  13. Adapazarı’nın Şahinbey Karyesi’nden Kazım
  14. Gönen’in Tuzakçı Karyesi’nden Lampat Yakup
  15. Gönen’in Bayramiç Karyesi’nden Kumpat Hafız Sait
  16. Gönen’in Keçe Karyesi’nden mütekait Binbaşı Ahmet
  17. İzmir’de Dava Vekili Bazeduruğ Sait
  18. Şamlı Ahmet Nuri

Diğer Şahıslar-Köylüler:

  1. Tarsuslu Kamil Paşazade Selami
  2. Tarsuslu Kamil Paşazade Kemal
  3. Süleymaniyeli Kürt Hakkı
  4. Mustafa Sabri Hoca’nın oğlu İbrahim Sabri
  5. Fabrikatör Bursalı Cemil
  6. İngiliz Casusu Meşhur Çerkez Ragıp
  7. Fransız Zabitliği yapan Haçinli Kazak Hasan
  8. Eşkıya Reisi Süngülü Davut
  9. Binbaşı Çerkez Bekir
  10. Fabrikatör Bursalı Cemil’in kayınbiraderi Necip
  11. İzmir Umur-u İslamiye Müftüsü Ahmet Hulusi
  12. Uşak’ta Madanoğlu Mustafa
  13. Gönen’in Tuzakçı Karyesi’nden Yusufoğlu Remzi
  14. Gönen’in Bayramiç Karyesi’nden Hacı Kasımoğlu Zühdü
  15. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Kocagözün Osmanoğlu Şakir
  16. Gönen’in Muratlar Karyesi’nden Koç Mehmetoğlu Koç Ali
  17. Gönen’in Ayvacık Karyesi’nden Mehmetoğlu Aziz
  18. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Bağcılı Ahmetoğlu Osman
  19. Susurluk’un Yıldız Karyesi’nden Molla Süleymanoğlu İzzet
  20. Gönen’in Muratlar Karyesi’nden Hüseyinoğlu Kara Kazım
  21. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Bekir oğlu Arap Mahmut
  22. Gönen’in Rüstem Karyesi’nden Gardiyan Yusuf
  23. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Ömeroğlu Eyüp
  24. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Talustanoğlu İbrahim Çavuş
  25. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Topallı Şerifoğlu İbrahim;
  26. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Topal Ömeroğlu İdris
  27. Manyas’ın Boycaağaç Karyesi’nden Kurhoğlu İsmail
  28. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Muhtar Hacı Beyoğlu Canbulat
  29. Marmara’nın Kayapınar Karyesi’nden Yusufoğlu İshak
  30. Manyas’ın Kizik Karyesi’nden Ali Beyoğlu Sabit
  31. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Deli Hasanoğlu Salim
  32. Gönen’in Çerkez Mahallesi’nden Makineci Mehmedoğlu Osman
  33. Manyas Değirmenboğazı Karyesi’nden Kadiroğlu Kamil
  34. Gönen’in Keçidere Karyesi’nden Hüseyinoğlu Galip
  35. Manyas Hacı Yakup Karyesi’nden Çerkez Saitoğlu Salih
  36. Manyas’ın Hacı Yakup Karyesi’nden Maktul Şevket’in biraderi İsmail
  37. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Abdullahoğlu Deli Kasım
  38. Gönen’in Çerkez Mahallesi’nden Hasan Onbaşıoğlu Kemal
  39. Manyas’ın Değirmenboğazı Karyesi’nden Kadiroğlu Kemal’in biraderi Kazım Efe
  40. Gönen’in Kizik Karyesi’nden Pallaçoğlu Kamil
  41. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Tuğoğlu Mehmet Ağa

Çerkes köylüler “Türklere zulüm” ve “düşmanla işbirliği yapmak”la suçlandılar, 28 Mayıs 1927’de kabul edilen 1064 sayılı Kanun’la vatandaşlıktan çıkarıldılar ve mal-mülkleri müsadere edildi.

Listeden de görülebileceği gibi ( diğer: gazetecilerin, polislerin, askerlerin… olduğu gruplarda da Çerkesler vardı ) “GÖNEN-MANYAS SÜRGÜNÜ” “150’likler” ile birlikte ele alınmalıdır.

Devlet, listeye koyamadığı ve toplu olarak yaşayan Çerkes köylerini ülke içinde sürgün etme kararı aldı. Mayıs 1923’ten itibaren Gönen ve Manyas’a bağlı bazı köylerde yaşayan Çerkesler köylerinden çıkarılıp Afyon’a, Konya’ya, Niğde’ye ve Malatya’ya sürüldüler.

İlk olarak 18 Aralık 1922'de Gönen'e bağlı Mürüvvetler ( Çizemuğhable ) köyü topluca sürgün edilmişti. Buna ciddi bir tepkinin gösterilmemesi üzerine Mayıs 1923 tarihinden itibaren bölgede bulunan 14 Çerkes köyü daha boşaltıldı.

Sürgün edilen köyler şunlardı:

GÖNEN'E BAĞLI KÖYLER;

1- Üçpınar köyü 28 Mayıs 1923 Pazartesi

2- Muratlar köyü 5 Haziran 1923 Salı

3- Armutlu (Sızıköy) 9 Haziran 1923 C.tesi

4- Dereköy (Keçidere) 13 Haziran 1923 Çarşamba

5- Çınarlı (Keçeler) 17 Haziran 1923 Cumartesi

MANYAS'A BAĞLI KÖYLER;

1- Boğazpınar Ocak 1923

2- Kızılkilise (Kızılköy) 7 Haziran 1923

3- Yeniköy 7 Haziran 1923

4- Dümbe (Tepecik) 7 Haziran 1923

5- Ilıca (Ilıcaboğaz) 11 Haziran 1923 (Şimdi Susurluk'a bağlı)

6- Karaçallık 13 Haziran 1923

7- Bolağaç 13 Haziran 1923

8- Değirmenboğazı 21 Haziran 1923

9- Hacıosman 21 Haziran 1923

Bu köyler önce askerler tarafından kuşatıldı, sonra insanlar zorla evlerinden çıkarıldı, sadece az miktarda eşyalarını yanlarına almalarına izin verildi, bu nedenle malını mülkünü ve hayvanlarını yok pahasına satmak zorunda kalan Çerkesler topluca sürgün edildiler, yol boyunca hakarete uğradılar.

Önce Bandırma’ya getirildiler ve Bandırma’dan trenlerle Afyon ve Konya’ya, orada birkaç ay bekletildikten sonra da Niğde’ye ve Malatya’ya sevk edildiler.

Sürgüne ilk tepki gösteren Fetgeri Mehmet Bey oldu. Ardından Rauf Orbay ve başka birkaç Çerkes milletvekili, asker ve bürokrat seslerini yükselttiler. Bunun üzerine sürgün kararı kaldırıldı ve planlanan diğer sürgün kararları durduruldu.

Sürgün edilen Çerkeslerin bir kısmı köylerine geri döndüler, ama hem mal mülklerini kaybetmiş hem de bu zulüm ile örselenmişlerdi. Ve artık muhtarlarını kendileri seçemeyecek, köylerine Çerkes olmayan “kayyumlar” atanacaktı, Çerkesçe konuşmaları, hatta mızıka çalmaları ve geleneksel düğünleri bile yasaklanmıştı.

Kurallara uymayanlar şiddetle cezalandırıldılar.

Özetle, Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları Çerkesler için tasfiye ve yeni sürgün yıllarıdır. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara Hükümetine başkaldıran diğer Müslüman topluluklarına karşı daha “insaflı” olunurken, Çerkeslere bu kadar acımasız davranılmasının nedeni büyük ihtimal Çerkesleri sindirmek, böylece asimile edilebilmeleri için uygun bir psikolojik ortam yaratmak içindi.

Gerek “Çerkes Ethem Olayı”nı, gerekse “150’likler”i ve Gönen-Manyas Sürgünü ve sonrasında “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları ile Çerkesçe’nin ve Çerkes isimlerinin yasaklanmasını, Çerkes yerleşim birimlerinin-köylerinin isimlerinin değiştirilmesini…

Çerkes halkı kollektif bilinç altına itti. Belki de 1864 yılında yaşadıklarımızın yanında bunlar devede kulak kaldığı için. Ama bütün bu haksızlıklar, baskılar ve hatta zulüm, Çerkes “aydınları”nın, asker ve bürokratlarının yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile kurdukları “özel ilişki” ile birleşince Çerkes halkının asimilasyonu hızlandı. Bilinci dumura uğradı.

Bu nedenle uzak ve yakın geçmişimizde yaşadığımız hiçbir haksızlığı unutmamak, asimilasyona karşı direncimizi arttırmada ve geleceğimizi inşa etmede önemli bir rol oynayacaktır.

Kaynakça:

  • Emrah Cilasun, Baki İlk Selam, A;ra Kitap, 2009
  • Cemal Şener, Çerkes Ethem Olayı, Altın Kitaplar, 2007
  • Uluğ İğdemir, Biga Ayaklanması ve Anzavur Olayları, TTK Yayınları, 1989
  • TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.4, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1985
  • Kamil Erdeha, Yüzellilikler Yahut Milli Mücadelenin Muhasebesi, Tekin Yayınevi, 2001
  • İlhami Soysal, 150’likler Kimdir, Ne Yaptılar, Ne Oldular?, Gür yayınları, 1988
  • Rıza Nur, Hayat ve Hatıraları, Cilt 3, Altındağ yayınevi, 1968Cemil Koçak, * Heyet’i Mahsusalar, İletişim yayınları, 2005
  • Aktaran: Ayşe Hür

Çerkesya Hareketi

infocherkessia.com/tr/haberler…

Nollywood – Nigerian cinema – is the world's second-largest film industry in terms of output and has evolved a great deal since emerging in the 1990s. However, it still faces challenges as a relatively young industry, including profitability. One of the international events helping to shine a spotlight on films made in Nigeria and other African countries is the NollywoodWeek Film Festival in Paris. As the twelfth edition gets underway this week, we speak to Serge Noukoué and Nadira Shakur, the event's founders. They tell us how Nollywood filmmakers are now "much more daring" and discuss how the industry is navigating the age of streaming.#Africa #Perspective #cinema #Nigeria #festivals
Perspective - NollywoodWeek organisers promise 'more daring' and 'diverse' films at Paris festival

Birne Helene reshared this.

Cuban President arrives in Russia to attend Victory Day celebrations #Cuba ahora.cu/en/cuba-en/23891-cuba…

LIVE BLOG: World Condemns Israel’s Gaza Plan | Hamas Rules Out Talks amid Starvation – Day 578 #Palestine palestinechronicle.com/live-bl…

Fikret Başkaya: Politik İslamın Sefaleti…
“Halk hükümdarın dîni üzredir”

        İbn-i Haldun

Bidayette Politik İslam, İngiliz Oriyantisleri tarafından sömürgelerdeki uluscu-aydınlıkcı-ilerici- sosyalist, hareketleri etkisizleştirmek amacıyla peydahlandı. Kolonyalist-emperyalist Batı, Müslüman dünyasında seküler, laik rejimlerin ortaya çıkmasını kendisi için büyük risk olarak görüyordu. Oysa, laikliğin keşfi insanlık ve uygarlık tarihinde önemli bir adımdır… Amaç, Müslüman dünyanın emperyalist statüko dahilinde kalmasını sağlamaktı. Müslümanların ancak bir İslam devletinde yaşayabilecekleri, laikliğin İslam’la bağdaşmazlığı tezi, başta Batılı “bilim erbabı” olmak üzere Batılılar tarafından ileri sürüldü, daha sonra da Müslüman alimler tarafından benimsendi, içselleştirildi ve pratik politikaya tercüme edildi…

Esasen İslam’ın laiklikle bağdaşmazlığı tezinin hiçbir inandırıcılığı yoktur… Mesela onuncu yüzyılda biri çıkıp, Hristiyan toplumlar için laiklik önerisinde bulunsaydı, her halde linç edilmezse, deli sayılıp tımarhaneye kapatılırdı ama laiklik 18 ve 19’uncu yüzyıllarda herkesin dilindeydi… Bu yüzden laiklik bazı dinlerle uyuşur, bazılarıyla uyuşmaz demek saçmadır… Eğer laiklik demokrasinin vazgeçilmezi, olmazsa olmasıysa ki, öyledir, o zaman soru şu olmalıdır: Kimin laikliğin gerçekleşmesinde çıkarı var, kimin engellenmesinde çıkarı var…

Gerçi Orta-Doğu’da bazı monarşiler krallıklar yıkıldı ama onların yerini otoriter, anti-demokratik rejimler aldı… Samir Amin’in yazdığı gibi, söz konusu rejimlerin başlarda halkın gözünde bir meşruluğu olsa da hiçbir zaman halk politik sürece dahil edilmemişti… Benzer bir durum az-çök Türkiye için de geçerlidir… Bu durum önemli bir zaaf unsuruydu… Halkın politik sürece aktif katılımı engellendi… İkinci bir önemli neden de söz konusu ülkelerde kısmen Türkiye’de de hiçbir zaman toplumsal bilince nüfuz etmiş bir “aydınlanma” ve “modernite devriminin” yaşanmamış olmasıdır… Başka türlü ifade edersek, Batı’da olduğu gibi, geleneksel kültür ve ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma yaşanmadı…

Başka ülkelerde olduğu gibi bizde de ‘Politik İslam’ yükselen ilerici-demokratik-sosyalist hareketin önünü kesmek üzere sahneye sürüldü… Arkasında başta devlet olmak üzere ABD, Suudî Vahabiliği ve parası vardı… Gerici-karanlıkcı Suudî rejimi 60-70 yıldır şeriat sponsorluğu yapıyor…

Demokrasi ancak laik bir rejimde mümkündür. Eğer din kamusal alanın, politika alanının dışına çıkarılmazsa, orada demokrasiden söz etmek abestir… Demokrasi ancak din, kimliğin bir unsuru-bileşeni değilse mümkün olabilir… Politikanın dine karıştığı, müdahale ettiği yerde laiklik bir retorik, içi boş söylem olmanın ötesine geçemez… Bizdeki dinci partilerle, Batı’daki Hristiyan Demokrat Partiler arasında benzerlik olduğu izlenimi yaratılmak isteniyor. Oysa Batı’nın Hristiyan toplumları laikliği çokta bir temel ilke olarak kabullenmiş durumdalar…

Orada bizdeki “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi kurumlar yok… Okullarda zorunlu din dersi de… Laik bir ülkede “Diyanet İşleri Başkanlığı’ diye bir kurum olamaz… Batı’da devlet Kilise personeline, Rahiplere maaş vermez… Siz dine karışırsanız, din de size karışır… Her ne kadar referansı kutsallığa dayansa da son tahlilde din de bir ideolojidir ve yoruma tabidir… İbn-i Haldun boşuna “Halk hükümdarın dini üzredir” demiyor… Halkın dini her zaman egemenin-hükümdarın, efendinin, mülk sahibi sınıfların dinidir… Dinin gerici-karanlıkçı, anti-demokratik, özgürlük, sosyal eşitlik ve adalet karşıtı bir yorumu olabileceği gibi, özgürlüğü, eşitliği, adaleti esas alan bir yorumu da pekâla mümkündür… Bu ikinci durum geçerli olursa, din bir özgürlük teolojisine dönüşür… Eğer yapılan dinî yorum, ezilenleri, sömürülenleri, aşağılananları, mazlumları gözetiyorsa, İslamî bir özgürlük teolojisinin de yolu açılmış demektir… Bunu Hristiyan-Katolik din adamları başardıysa, Müslüman din adamlarının da başarması neden mümkün olmasın?

Sudan’lı Şeyh Mahmut Taha, İslam dünyasında bir istisna idi… İslamın İkinci Mesajı adlı eserinde bir İslamî Özgürlük Teolojisi öneriyordu… Müslüman Kardeşler tarafından idam edildi… Şeyh Mahmut Taha idam edildi zira o İslam’ın gerici-özgürlük ve sosyal eşitlik karşıtı, anti-demokratik egemen yorumunu reddediyordu…

Şimdilerde din tam bir sanayiye dönüştü, kapitalizm dini de hizaya getirdi… Artık gerçek anlamda inançla ilişkisi tartışmalı… Din sömürünün, kamu kaynaklarını yağmalamanın, talan etmenin, insanları köleleştirmenin-alıklaştırmanın bir aracına dönüştü…Tuhaf bir şov malzemesi haline geldi… İsraf, şatafat, şımarık tüketim artık dine boyanarak yol alıyor… Helal gıda söylemi, ne demek istediğime iyi bir örnek… Kapitalizm her şeyi çürütüyor, dejenere ediyor, içini boşaltıyor ve kendi suretinde yeniden yaratıyor… Din artık bir zenginleşme, çalıp-çırpma aracı…

O halde sadede gelebiliriz: Ne oldu, nasıl oldu da Türkiye’de Politik İslam 23 yıldır iktidar… Ki, bu ‘Cumhuriyet döneminin yaklaşık dörtte biri … Elbette evveliyatı da var. 1970’lerden beri Politik İslam bir şekilde iktidar ortağıydı… Koalisyon hükümetlerinin parçasıydı…

Türkiye’deki rejim hiçbir zaman anayasada yazıldığı gibi, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” değildi… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğindeyken, laiklikten söz etmek abestir… Siz dine karışırsanız, din de bize karışırdı ve karıştı…

Türkiye’nin egemen sınıfları sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı. Dini yardıma çağırmaya mecburdular ve çağırdılar… Bizde Politik İslam bir T.C.-ABD (emperyalizm) ortak projesidir…

Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Dünyayı anlamaktan acizdirler… Yönetme özürlüdürler… Çözümü geride aramak gibi bir açmazla malûldürler… Yaptıkları yegâne şey, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri ve doğayı yağmalamak, talan etmektir… Nihai amaç da ülkeyi bir İslam Emirliği yapmak. Eğer başarabilirlerse ilelebet iktidar olmayı umuyorlar… Yıkması kolaydır da yapması o kadar kolay değildir… Tüm kurumları çökerttiler. Geride kalan dönemde ekonomi hiç bu günkü kadar yerlerde sürünmemiş, tarım çökertilmemişti. Artık Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu kriz kavramı karşılamıyor… Söz konusu olan çöküş… Toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçları (beslenme, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, güvenlik…) asgari düzeyde bile karşılanamaz durumda…

Eğer vakitlice bu din soslu faşizmden çıkılamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Fakat o kadarı yeterli olmaz… Radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Siyasetin zeminini değiştirmek gerekiyor… Kapitalizm dahilinde asla bir çözüm, bir gelecek olmadığının bilinmesi gerekiyor… Boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…

nupel.tv/fikret-baskaya-politi…

Theodore Dreiser: Belief in the greatness and dignity of Man has been the guiding principle of my life and work. The logic of my life and work leads me therefore to apply for membership in the Community Party. wordsmith.social/protestation/…


Quotes

  • Otto Kuusinen: As long as the working class wages only an economic struggle, the bourgeoisie does not see in that any great danger for itself; but when the working class organises politically, i.e., creates a political party which expresses its will as a class, the bourgeoisie begins seriously to fear for its rule. That is why reaction deals its main blows against the political party of the working class. At the same time, trying to undermine the party from within, capitalist propaganda endeavours to persuade the workers that they can do without their own party. One of the manifestations of bourgeois influence on the working class is the anarchist and anarcho-syndicalist denial of the leading role of a political party.
  • Democritus: Not from fear but from a sense of duty refrain from your sins.
  • Democritus: Many who have not learned wisdom live wisely, and many who do the basest deeds can make most learned speeches.
  • Democritus: Fools learn wisdom through misfortune.
  • Democritus: Strength of body is nobility in beasts of burden, strength of character is nobility in men.
  • Democritus: Neither art nor wisdom may be attained without learning.
  • Democritus: It is better to correct your own faults than those of another.
  • Democritus: Good means not (merely) not to do wrong, but rather not to desire to do wrong.
  • Democritus: Fame and wealth without wisdom are unsafe possessions.
  • Muammar Gaddafi: We will not surrender. We will defeat them by any means. We are ready for the fight, whether it will be a short or a long one. We will be victorious in the end. This assault is by a bunch of fascists who will end up in the dustbin of history.
  • Democritus: By convention sweet is sweet, bitter is bitter, hot is hot, cold is cold, color is color; but in truth there are only atoms and the void.
  • Democritus: We know nothing accurately in reality, but (only) as it changes according to the bodily condition, and the constitution of those things that flow upon (the body) and impinge upon it.
  • Democritus: Medicine heals diseases of the body, wisdom frees the soul from passions.
  • Democritus: Immoderate desire is the mark of a child, not a man.
  • Democritus: Men have fashioned an image of Chance as an excuse for their own stupidity.
  • Democritus: In a shared fish, there are no bones.
  • Democritus: Education is an ornament for the prosperous, a refuge for the unfortunate.
  • Democritus: The animal needing something knows how much it needs, the man does not.
  • Democritus: Moderation multiplies pleasures, and increases pleasure.
  • Democritus: If your desires are not great, a little will seem much to you; for small appetite makes poverty equivalent to wealth.
  • Democritus: No power and no treasure can outweigh the extension of our knowledge.
  • Democritus: In fact we do not know anything infallibly, but only that which changes according to the condition of our body and of the (influences) that reach and impinge upon it.
  • Democritus: Of practical wisdom these are the three fruits: to deliberate well, to speak to the point, to do what is right.
  • Democritus: 'Tis not in strength of body nor in gold that men find happiness, but in uprightness and in fulness of understanding.
  • Democritus: He who does wrong is more unhappy than he who suffers wrong.
  • Samuel P. Huntington: The West won the world not by the superiority of its ideas or values or religion (to which few members of other civilizations were converted) but rather by its superiority in applying organized violence. Westerners often forget this fact; non-Westerners never do.
  • Marjori Palmer: One of the most morale-damaging aspects of the inflation was the "sack of Germany" that occurred at the height of the (1923) inflation. Anyone who possessed dollars or sterling was king in Germany. A few American dollars would allow a man to live like a millionaire. Foreigners swarmed into the country, buying up family treasures, estates, jewelry and art works at unbelievable low prices.
  • Lionel Robbins: It was the most colossal thing of its kind in history: and next probably to the Great War itself, it must bear responsibility for many of the political and economic difficulties of our generation. It destroyed the wealth of the more solid elements of German society: and left behind a moral and economic disequilibrium, a breeding ground for the disasters which have followed. Hitler is the foster child of the inflation.
  • Lenin: There is no trace of utopianism in Marx, in the sense that he made up or invented a 'new' society. No, he studied the birth of the new society out of the old, and the forms of transition from the latter to the former, as a natural-historical process. He examined the actual experience of a proletarian mass movement and tried to draw practical lessons from it.
  • Che Guevara: Many will call me an adventurer - and that I am, only one of a different sort: one of those who risks his skin to prove his platitudes.
  • Democritus: The first principles of the universe are atoms and empty space; everything else is merely thought to exist.
  • Bertolt Brecht: Lenin is enshrined In the large heart of the working class.


I tried Debian, I tried Fedora for my Lenovo Legion 5 Pro RTX3060: Framerate issues, stuttering in browsers, stuttering in simple 3D programs


Hi all,

The quick and dirty questions is: Which distro should I try next?

I tried Debian X11 and Fedora with Wayland, but I did not have a great experience with them for my Lenovo Legion 5 Pro RTX3060. I installed proprietary drivers on both systems since people say that they're better than Nouveau, but the framerate stutters even in simple browser game.

I use some software to slice 3d models for printing, and that one stuttered too. I tried various fixes but none of them worked, and I'd really like to switch to Linux from Microsoft for my daily driver.

What distro can I use to have a better experience? Any advice is welcome, but please make it as specific as possible and if you can, address why that distro would be better than Debian 12 and Fedora 42.

Thanks in advance!

in reply to sykaster

Distros are a red herring. I used debian 12 (first gnome, then xfce) for more than a year with no problems, and the current version of Bazzite is also problem-free for me when it comes to nvidia prime (apart from a KDE-specific memory leak). Basically, this should be easily fixable without a fresh install.

I don't know what distro you're on atm, but set up prime-run and try running programs with that.
I also recommend going onto the uefi and disabling secure boot. You can get it to work with proprietary nvidia drivers, but it's a bit of a process and unless you really need it you might as well leave it off for now.

This entry was edited (3 months ago)

CITU denounces Govt move for legitimisation of gross illegality By extending the wilful defaulting employers for non-payment of statutory EPF dues more concessions retrospectively #WFTU citucentre.org/906-citu-denoun…

This is how #TheScience is reported by controlled media...

...a study finds L-carnitine supplementation helps dementia patients... but.. a review of 2 studies from a year before didn't find the same results. It doesn't matter that the 2 reviewed studies only lasted 3 days while the 2018 study lasted 28 weeks.

That's moronic.

take L-carnitine if you can get it.

BTW: the most abundant food source is Beef. So... has the reduction in dietary beef intake increased the incidence of dementia? Certainly not all by itself, but it would be a contributing factor.

Eat (grass-fed organic) beef.

#health #disease #dementia

Sanaa official threatens “Israel” with earth-shattering response en.ypagency.net/355660

Pixels in Islamic art: square Kufic calligraphy

Link: uwithumlaut.wordpress.com/2020…
Discussion: news.ycombinator.com/item?id=4…

Karapaşaoğlu: Kıbrıs’ın kuzeyi Türkiye’nin lağım çukuruna dönüştürüldü

-Kolonyal bir politikaya bağlı olarak bir yandan muhalifler tasfiye edilirken, diğer yandan da mafya buraya taşındı. Kıbrıs kuzeyi kumarhane, uyuşturucu, fuhuş, kara para aklama gibi pis işlerin yapıldığıTürkiye’nin bir lağım çukuruna dönüştürüldü...

-Bizdeki toplumsal çürüme aslında Kıbrıslı Rumların mülkiyetinin çalınması ve ganimetin dağıtılmasıyla başladı. El konulan ganimeti buraya taşıdıkları nüfusa dağıttılar ama Kıbrıslı Türklere de bundan bir pay verdiler. Çürüme böyle başladı.

–74’ten sonra köylerimizin isimleri değiştirildi. Soy isimlerimiz değiştirildi. Kiliseler camiye çevrildi ve buraya ciddi bir nüfus aktarımı gerçekleştirildi. . Türklük Sözleşmesinin yanına Sünni İslam dayatması da eklendi.

-2018’de sonra Türkiye’deki yeni sistem, yeni siyasetle birlikte buradaki ortam da çok sertleşti. Türkiye’de iktidar değişse de Kıbrıs’ın kuzeyinde hiçbir şey değişmez. Türkiye’de de değişmez çünkü Türkiye artık başka noktadır.

-Ayşemden Akın arkadaşımız, Halil Falyalı’nın ilk adamı olan Cemil Önal ile mülakat gerçekleştirdiği için ölüm tehditleri alıyor. Gazetecilere ve iş adamlarına suikast düzenlemek için Türkiye’den buraya birilerini gönderiyorlar.

Nûpel Yayın Koordinatörü Filiz Deniz, Kıbrıslı şair, yazar, aktivist ve vicdani retçi Halil Karapaşaoğlu ile adanın gündemini konuştu:

Nûpel Yayın Koordinatörü Filiz Deniz, Kıbrıslı şair, yazar, aktivist ve vicdani retçi Halil Karapaşaoğlu ile adanın gündemini konuştu:

Kamuoyu sizi biliyor ancak yine de Nûpel okurları açısından bir hafıza tazelemesi açısından tanıtalım istiyorum…

Halil Karapaşaoğlu 1985 doğumluyum, şairim. Sanatçı ve Yazarlar Birliğinin yönetim kurulundayım.Yeni Kıbrıs Partisi sekreteryasında görevliyim. ‘Türk Yerleşimci Kolonyalizmi’ üzerine akademik çalışmalar yapıyorum. İnsan hak ve özgürlükleri adına çok uzun zamandır mücadele veriyorum. Şu an Yenidüzen gazetesinde haftalık yazılar yazıyorum.

Çok yönlü birisiniz; şair, aktivist, yazar ancak kamuoyu bir de sizi vicdani retçi olarak biliyor; hatta bu yüzden hapse de atıldınız sanırım…

Evet aynı zamanda vicdani retçiyim. 2013 yılında vicdan reddimi açıkladım. Seferberlik çağrısını reddettiğim için, arkadaşlarımla birlikte yargılandım. 2019’da cezaevine girdim.2024 yılında ikinci kez cezaevine girdim. İki kez hapsedildim. Murat Kanatlı, Haluk Selam Tufanlı, Mustafa Hürben ve ben Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Türkiye’yi şikayet ettik. Murat Kanatlı’nın davasını kazandık. Murat Kanatlı 2014 yılında cezaevine girmişti. 2024 yılında AİHM Türkiye’yi suçlu buldu.

Normal koşullarda Kıbrıs’ın kuzeyinde bize açılan davaların geri çekilmesi gerekirdi. Ancak davalar geri çekilmedi. Ben mart başında polise çağrıldım ve hakkımda yeni bir şikayet oluştu. Şu an dosyam savcılığa gidecek. Savcılık dosyayı işleme koyunca da hukuki süreç tekrar başlayacak.

İzleyebildiğimiz kadarıyla Kuzey Kıbrıs’ın gündemi yine yoğun. Başörtüsü tartışmaları son dönemlerde öne çıkıyor. Liselerde ve ortaokullarda öğrencilerin başörtüsü takmasının serbest bırakılması tepki çekti, eylemler yaşandı. Buradan başlayalım isterseniz; bu anlamda Kıbrıs’ta neler oluyor?

Kıbrıs’ta 1958’den itibaren başlayan Türkiye Cumhuriyeti ve Kıbrıslılar arasındaki ilişki biliniyor ancak modern Türk Cumhuriyeti ilan edildikten sonra aslında ilk ilişkiler 1925 yılında başlıyor. Daha 1925 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a gönderdiği elçiler burada Kemalizm siyaseti doğrultusunda diplomatik faaliyetlerini yürüttü. Fakat Türk derin devletinin organize bir şekilde Türkçe konuşan Kıbrıslılara müdahale etmesi 1958 yılında başlıyor. 1958’den 1974 yılına kadar müdahaleler gerçekleşti. Türkiye’nin istemediği hiçbir kişi lider olmadı. Muhalifler 1958’den 1965 kadar öldürüldü. Türkiye’ye karşı muhalefet susturulunca artık yeni bir sistem oluşturuldu. 1974’ten sonra Kemalistlerin baskısı arttı. 1958’den soğra Türkçe konuşan Kıbrıslıların köy isimler değiştirildi. İşgalden sonra Rumca konuşan Kıbrıslıların yaşadığı köy isimleri de değiştirildi. Soy isimlerimiz değiştirildi. Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik kartlarmız, pasaportlarmız yasaklandı. Kıbrıs Cumhuriyeti para birimi yasaklandı. TL’ye geçildi. Buraya nüfus aktarımı gerçekleştirildi. Türkiye’den binlerce insan getirdiler. 200 bin Rumca Konuşan Kıbrıslı’nın terk ettiği köylere Türkiye’den insan taşıdılar. Kiliseler camiye dönüştürüldü. Türklük Sözleşmesinin yanına sunni Müslümanlık da eklendi. 2002 yılına kadar aşamalı olarak yeni bir sistem kuruldu. Evet Kıbrıslı Türkler de Müslüman ancak kendilerine göre dini yaşama biçimleri vardı. Burada Ortodoks hıristiyanlar göç edince bu kez sunni Müslümanlık egemen din olarak inşa edildi.

2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türklük Sözleşmesi var ama onun yanında sunni Müslümanlık anlayışı da ağırlaştırılarak Türklük sözleşmesinin içinde yerini aldı. Din daha da baskın olmaya başladı. Burada camiler inşa edilmeye başlandı. Bunun yanında Türkiye’den imamlar getirildi. Türkiye’den nüfus artışı devam etti. Türkiye’deki tarikatlar getirildi. AKP özellikle 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerden sonra nüfus artışını daha da hızlandırdı. Öğretmenlergöndermeye başladı Türkiye’den. Yoğun bir şekilde. Özellikle bu öğretmenlerin bir çoğu Sünni Müslümanlık görüşünü benimseyen kişilerdi. Türkiye’nin öğretmen göndermesi 1958 öncesi de vardı. Ancak AKP ile bu başga bir boyut kazandı. Bir de Kıbrıs’ın kuzeyinde sendikalar kurmaya başladı yerleşikler üzerinden. Buraya getirilen yerleşimciler üzerinden sendikal faaliyetlere girişdi.

Yani bizim sendikalarımıza paralel sendikalar kurmaya başladılar ve bu sendikalarla birlikte taşıdıkları nüfusu oralarda örgütlemeye başladılar. Getirilen yerleşimcilerin kültür dernekleri, hemşeri dernekleri daha da aktif hale getirildi. Bunun yanında siyasi partileri de taşıdılar. AKP’den CHP’yetutun da İYİ Parti’ye Yeniden Refah partisine kadar siyasal partilerin şubeleri açıldı. AKP bu noktada çok aktif, özellikle de gençlik kolları üzerinden. Bunun yanında Yunus Emre Entütüsü, tarikatlar gibi yapılanmalar üzerinden de siyasal faaliyetlerini yürütüyor.

Çok özür dilerim. Bir şey sorabilir miyim? Şu anda Kuzey Kıbrıs’ın nüfusu ne kadar ve ne kadarı Türkiye’den sonradan getirildi?

Şu anda Kuzey Kıbrıs’ın nüfusunun kaç olduğunu bilmiyoruz. Türkçe konuşan Kıbrıslıların ne kadar kaldığını da bilmiyoruz. Çünkü nüfus sayımı yapmıyorlar… Ancak Türkçe konuşan Kıbrıslıların artık kuzeyde azınlık olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Türkçe konuşan Kıbrıslıların nüfusunu eritmek istiyor. Türkiye’den taşınan nüfus korkunç düzeydedir. Türkçe konuşan Kıbrıslıların kamusal görünürlüğü yok denecek kadar azdır.

Anladım, buyrun siz devam edin

Tabii hep böyleydi. Türkiye’den buraya sürekli insanlar aktarılıyordu. 2002’den sonra ise AKP Türkiye’de çıkardığı yasaları buraya aktarmaya başladı. 1974 yılından sonra da durum ayniydi aslında. Türkiye ile Kıbrıs’ın kuzeyi arasında bir sömürgecilik ilişkisi var. Özellikle 1974 itibarıyla Türkiye bu sistemi inşa etti ve Türkçe konuşan Kıbrıslılara belirli imtiyazlar verdi. Türkçe konuşan Kıbrıslılar’da bu imtiyazları kullandı.

Yani güvenlik kuvvetlerinin komutanı hiçbir zaman Türkçe konuşan Kıbrıslı olmadı. Burada sivil savunma var ve sivil savunma Türk derin devletinin alt birimi olarak faaliyet gösteriyor. Yani sıradan bir sivil savunma değil. Onun başkanı da hiçbir zaman Türkçe konuşan Kıbrıslı olmadı. Merkez Bankası’nın başkanı da hiçbir zaman bizden biri olmadı.Türkiye artık doğrudan buraya kadrolar aktarmaktadır. Alt yönetim birimlerini de değiştirmeye başladı. Bu sayede yeni bir inşa sürecine geçti.

Zaten 3 Mayıs’ta da külliyenin açılışı yapıldı. Külliye Metehan olarak isimlendirilen bir bölgede yapıldı. Biliyorsunuz Metehan Türk tarihi için çok önemli bir kişidir. Türk tarihinde modern orduyu ve modern devlet biçimini ortaya çıkaran Hun imparatorudur. Burada yeni bir cumhurbaşkanlığı sarayı, yeni parlamento yapıldı. Bunun karşılarına bir cami inşa edildi. Yüksek mahkeme binası da külliyenin bahçesine yapılıyor. Dolayısıyla yapılanma süreci devam ediyor. Bunun adına külliye denildi. Osmanlı fetheddiyi topraklara külliye yapıyordu. Yapısal olarak başka bir noktaya geçeceklernin önemli bir göstergesidir.

Sınıflar değiştirildi. İşçi sınıfı bağlamında Türkçe konuşan Kıbrıslıların işçi sınıfının öncü kesimi imha edildi. Biraz karışık anlatıyorum, kusura bakmayın çünkü bizim hikâyemizianlatmaya çalışıyorum. 1974’de Rumca konuşan Kıbrıslı işçi sınıfı ve yukarı sınıfı imha edildi. Üretim araçlarına el konuldu. Bunlar Türkleştirildi. Türkçe konuşan Kıbrıslılar buralarda istihdam edildi. Üretim araçları Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olarak çalıştırıldı. Türkiye’den çalıştırılmak üzere yerleşimciler getirildi. KİT’ler 1983’den sonra özelleştirilmeye başlandı. Türkçe konuşan Kıbrıslılar üretim ilişkilerinden koparıldı. Yerleşimciler üretim ilişkilernin merkezine geldi. 2002’den sonra oluşturulan bu yeni sınıf yapısı ve burada kamu iktisadi teşebbüslerinin tasfiye süreci hız kazandı. Türkçe konuşan Kıbrıslılar nereyse tamamen memur yapıldı. Türkiye’den taşınan yerleşimciler ise işçi sınıfının ana kaynağı haline geldi. 2002’den özellikle Pakistan, Afrika’dan, Türkmenistan, Uzak doğu, Ukrayna ve Rusya’dan nüfus aktarımı gerçekleşmeye başladı. Bu yoksul ülkelerden yapılan nüfus aktarımıyla beraber Türkiye’den buraya getirilen Türkiyeli yerleşimciler sınıfsal anlamda tasfiye edildi. Onların yerine de Pakistanlılar, Afrikalılar, Türkmenler, Uzak Doğulular istihdam edilmeye başlandı ve taşınan Ukraynalı ve Ruslarla birlikte de inşaat sektöründeki ev satışları arttırıldı. 2002’den sonra sınıflar yeniden oluşturuldu ve oluşturulmaya devam ediliyor. Türk sermayesinin artık çok güçlü bir pozisyonu var. Türkçe konuşan Kıbrıslıların üst sınıfının tasfiye edilmesi için yasalar çıkartıldı. Türk sermayesinin Kıbrıs’ın kuzeyine taşınması hız kazandı.

Kıbrıs ile bağı olmayan, hatta hiç gelmeyen insanlara Türkiye’de KKTC vatandaşlığı dağıtıyorlar. Bu insanlar kamu sınavlarına giriyor, sınavı geçenler Kıbrıs’ın kuzeyine geliyor. Bürokraside bugüne kadar Kıbrıs’ta böyle bir aktarım ve yoğunlaşma olmamıştı. Şimdi bürokrasiyi de dönüştürmeye başladı. Başörtüsü yasası sistematik olarak yapılan saldırılardan sadece bir tanesidir.

Anladım…Aslında Türkiye’deki sistemin yansıması gibi geliyor; Sömürgecilik… Peki buna karşı anti- kolonyal bir mücadele de gelişiyor diyebilir miyiz ?

Kesinlikle son dönemlerde benim vurgulamaya çalıştığım şey budur. Sorunun adı Türk Yerleşimci Kolonyalizmidir. İsrail’in Filistin’e yaptığı bir uygulamadır. Yöntemler arasında benzerlikler ve farklılıklar vardır. Türkiye’de Kıbrıs’a bunu yapıyor. Ancak bu teorik anlamda teorize edilmemişti. Bazı dostlarmız özellikle gazeteci Aziz Şah bunu dillendiriyordu. Kıbrıslılar Birliği bunu ifade ediyordu. Ben, bunu teorize etmeye çalışıyorum. Eğer sorunu tespit edebilirseniz, ona göre de direnişini yaparsınız. Kıbrıs’ın kuzeyinde son zamanlarda Türk kolonyalizmi ifadesi yüksek bir sesle ifade edilmeye başlandı.

Elbette siyasal duruşumu antikolonyal siyasal söylem ve yöntemüzerinden gerçekleştirmeye çalışıyorum. Vicdani red eylemlerinde, cumartesi yaptığımız eylemde bunu öne çıkarıyor ve tartıştırmaya çalışıyorum. Sivil itaatsizlik, anti kolonyalizm, Türk Yerleşimci Kolonyalizmi gibi konular üzerinden yaşadığımız sorunları tartıştırmaya çalışıyorum kendi yaşadığım coğrafyada. Çünkü biliyorsunuz anti kolonyal mücadele çeşitli yöntemle gerçekleşebilir. Türkçe konuşan Kıbrıslıların nüfusu az olduğundan dolayı ve burada 50 binden fazla silahlı asker-polisbulunduğundan ve coğrafyamızın küçük olmasından dolayı burada silahlı mücadele vermek imkansız. Dolayısıyla bağımsızlık mücadelesinin diğer bir aracı sivil itaatsizlik eylemleridir ve ben bütün yaptığım eylemleri Türk işgaline, Türk Yerleşimci Kolonizmine karşı sivil itaatsizlik eylemleri olarak tanımlıyorum ve tabiki de yaşadığım topluma da çağrıda bulunuyorum. Türkçe konuşan Kıbrıslılar örgütsel ve kitlesel sivil itaatsizlik eylemlerini pratiğe geçirebilirse özgürlüklerini elde edeceklerdir. Ancak bu çok uzun ve zor bir yol, yolculuktur.

Sivil itaatsizlik eylemleri hangi boyutta? Toplumsal dokudaki yıpranmışlık ve çürüme göz önüne alındığında tepkiler yaygın mı, kitlesel mi ya da gelişiyor mu?

Şimdi elbette gelişmesi lazım. Bu ancak bilinç çalışmalarıyla olabilir. Bizdeki toplumsal çürüme aslında Rumca konuşan Kıbrıslıların mülkiyetinin çalınması ve Türkçe konuşan Kıbrıslılara bu hırsızlıktan pay verilmesiyle başladı. Buraya taşıdıkları nüfusa dağıttılar bu ganimeti ama Türkçe konuşan Kıbrıslılara da önemli bir pay verdiler. Yani çürüme ganimetin paylaşılmasıyla başladı. Mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesiyle…

Öte yandan 80’lerden sonra Türkiye’deki kumarhaneler de buraya taşındı. 90’larda bu daha da yoğunlaştı. Bununla beraber kumar, kara para, uyuşturucu gibi olaylar buraya taşındı. Türkiye’deki mafyalar buraya taşındı. Dolayısıyla burası Türkiye’nin bir lağım çukuruna döndürüldü.. Pis işlerini yaptıkları bir yer oldu. Tabii sivil itaatsizlik eylemleri bireylerin kendi başlarına yapabileceği eylemler olduğu gibi kitlesel bir şekilde de yapılabilir. Örgütsel bir şekilde de yapılabilir ki ben bu noktada yani bunun kitlesel bir şekilde insanlarımızı bilinçlendirerek Türkiye karşı bir özgürleşme hareketinin olması gerektiğini düşünüyorum. Kitlesel bir şekilde bütün insanların, yığınsal bir şekilde Türkiye’nin müdahalelerine, Türkiye’nin, Kıbrıs’ın kuzeyini kolonize etmesine karşı ses çıkarması gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada hikayenin başındayız. Toplumda sivil itaatsizlik eylemleri dillendirilmeye başlanıldı.

Bunun başarılmasının önündeki engeller nelerdir?

Şimdi tabii cemaatimizin bu bilinci yok. Bizim Türkçe konuşan Kıbrıslıların aslında en büyük sorunlarından bir tanesi aydın krizidir. Aydınlarımız, Türkiye’nin bize yaptığı uygulamaları bir sömürgecilik biçimi olarak daha göremedi. Görenler ve buna tepki gösterenler vardır. Bu dostlarımız ağır bedeller ödedi. Ancak büyük bir çoğunluğu sorunu bu şekilde tanımlamıyor. Dolayısıyla bu bize büyük bir dezavantaj sağlıyor. Çünkü Türkçe konuşan Kıbrıslılara kuzeyde belirli imtiyazların verilmesiyle birlikte ciddi bir “illüzyon” yaratıldı. Türkçe konuşan Kıbrıslı aydınlar kendilerini özne zannettiler. Ancak Türkiye, Türkçe konuşan Kıbrıslılara siyasilere çeşitli suikast girişimleri yaptı. 1989’dan 2004’e kadar ve etkileri oldu.Aydınlar, bunu görüp, işgalle hesablaşmayı tercih etmediler. Eden dostlarmız vardır. Bunun altını çizmek isterim.

Ne yazık ki akademide de bu tarz görüşlere yer verilmiyor. Böyle düşünen insanlar akademiye alınmıyor. Bu da bize büyük bir dezavantaj sağlıyor. Yeterli çalışmalar yapılmadığı için şu an böyle bir kitlesel bilinçten bahsetmek zor. Ancak küçük bir çevre var ki bu bilince sahiptir ve bu bilinç doğrultusunda siyaset de üretiyor. AKP’nin, özellikle 2020’de cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmesiyle beraber tabii bu hassasiyet artmış durumdadır. Bu eylemlere katılım da artmış durumdadır. Özellikle başörtüsü konusuyla ilgili iki büyük eylem gerçekleşti. Nüfusumuza göre ciddi bir katılım gerçekleşti. Birincisine 13 bin insan katıldı. İkincisinde de katılım çok yüksekti.

Burada bir şey sorabilir miyim; o eylemleri takip etmeye çalıştım ama şu çok dikkatimi çekti; Denktaş ailesinin çocukları da eylemdeydi? Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Denktaş ailesi AKP tarafında tasfiye edildi. Biliyorsunuz; az önce de bahsettim; liderlik sürekli olarak Türkiye tarafından atandı, belirlendi. Türkiye, 1930’da İngiliz kolonyal döneminden bu yana seçimlerimize müdahale ediyor. 2003- 2004 Annan Planı sürecinde Denktaş ailesi AKP tarafında tasfiye edildi. Onun yerine Mehmet Ali Talat, Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri getirildi. Şimdi Denktaş ailesi tasfiye edildiği için ve hiçbir şekilde siyasal anlamda bir pozisyona getirilemedikleri için dolayısıyla bir taraf olmak zorunda kaldılar. Bu anlamda tabii bu din konusu da hassas bir mesele…Denktaş ailesi laik bir ailedir. “Anavatana” olan bağlılıklarını dile getiriyorlar ve ‘Anavatan’ diyor onlar ama bu başörtüsü konusunda sağın bir kısmının da hassasiyeti var. Evet, bu olaya tepki gösteriyorlar. Ersin Tatar’ın eşi bile tepki gösterdi. Bu Türkiye ile ana bir çelişki içinde olduklarını göstermez. Sadece AKP ile bazı noktalarda ayrışıyorlar.

Anladım. Bir de Kıbrıs’ın muhalif medyasından söz etmek istiyorum. Son günlerde gazetecilere yönelik baskı ve tehditler gündeme geliyor. Orada neler yaşanıyor?

Burada muhalif medya ciddi bir saldırı altındadır. Özellikle 2018 yılında ciddi bir kırılma yaşadık. 2018 öncesi de Afrika/Avrupa Gazetesi’ne; Şener Levent ve oradaki arkadaşlarımıza davalar açılıyordu. 22 Ocak 2018’de Türkiye’nin buraya taşıdığı nüfus, Erdoğan’ın emriyle Afrika/Avrupa gazetesine saldırdı. Bilmiyorum, bunu gördünüz mü, orada gazeteciler öldürülmek istendi. İşte o gün orada ciddi bir kırılma yaşandı. Onun arkasından da 2020 seçimleri yapıldı.

Ondan sonra da Şener Levent’e TC vatandaşı olmamasına rağmen Ankara’da davalar açıldı. Ve Şener Levent suçlu bulundu. Bunun yanında Ayşemden Akın isimli gazeteci arkadaşımıza da Ankara’da davalar açıldı. Ayşemden’in sanırım TC yurttaşlığı vardır ve o da Ankara’da yargılandı. Tabi bu gazeteciler hiçbir şekilde Türkiye’de bulunmadı yargılanma sürecinde. Yani mahkeme süreci olurken buradaydılar. Onlar yargılandı ve onlara ceza verildi. Bunun yanında Ali Kişmir dostumuz gazeteci, aynı zamanda Basın-SEN sendikasının başkanıdır. Ali, 2020 seçimleri müdahalesine karşı bir yazı yazdı. Türkiye’nin buradaki elçisi, Ulusal Birlik Partisi’ne ait bazı milletvekillerini, güvenlik kuvvetlerine ait “Beyaz Ev” adı verilen bir restoranda topladı. Bu muhalif milletvekilleri Türkiye’ye değil Ersin Tatar’a muhaliflerdi. Bunlar elçi tarafından uyarıldı. Ali bu uyarı konusuyla ilgili sosyal medyada bir yazı yazdı. Ve şu an Ali Kişmir 10 yıllık bir hapis cezası ile karşı karşıyadır. Tarihimizde bir ilktir zira bu dava da güvenlik kuvvetleri komutanlığının şikayeti üzerine açıldı. GKK’nın başındaki komutan da Türkiye tarafından atanıyor.

Bunun yanında Ayşemden Akın arkadaşımız, Halil Falyalı’nın ilk adamı olan Cemil Önal ile mülakat gerçekleştirdi. Hollanda’da ve biliyorsunuz Cemil Önal da öldürüldü. O röportajda AKP’nin kuzeyde yasadışı olarak yarattığı ortamla ilgili uyuşturucu, kara para ve AKP’li bazı siyasilere ait kasetler gündeme geldi ve siyasilerin bazı ilişkileri deşifre edildi. Bu nedenle Türkiye’den Ayşemden’e bir telefon geldi ve Türkiye’den Ayşemden’i öldürmek için 3 kişinin Kıbrıs’a geldiği ifade edildi. Dolayısıyla Ayşemden de ölüm tehditleri alıyor. Bunun yanında Cenk Mutluyakalı, Serhat İncirli, Ersin Tatar’ın şikayeti üzerine yargılanmaya başladı. Dolayısıyla muhalif gazetecilere ciddi bir baskı söz konusudur. Selma Eylem hocamız var Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası Başkanı… Başörtüsüyle ilgili olarak muhalefetin örülmesinde önemli bir rol üstlendi diğer hocalarımızla birlikte. O da ölüm tehditleri alıyor. Şu an dolayısıyla Kıbrıslı gazeteciler ve Kıbrıslı muhalifler ciddi bir tehdit altındadır.

Şunu da söyleyeyim. Son 9 ayda Türkiye’den Kıbrıs’daki iş adamlarına suikast yapmak için kişiler geliyor. Son 9 ayda 9 kişi geldi. Bunlar suikast işlemek için geliyorlar. Bunlardan sadece 2si tutuklandı. Bu da Halil Falyalı cinayetiyle başlayan yeni bir süreçtir. 1989’dan 2004’e kadar hem Kıbrıslı siyasiler hem de Kıbrıslı işadamları Türk derin devleti tarafından suikast girişimlerine uğramıştı ancak 2004’ten 2018’e kadar böyle bir şey çok yaşanmadı. 2018 Afrika/Avrupa Gezetesi saldırılarından itibaren, aslında Türkiye’deki siyasetle birlikte buradaki ortam da çok sertleşti.

Peki, Türkiye iç siyasetindeki olası değişiklikler oraya yansıyacak mı? Diyelim ki Erdoğan gitti yeni bir hükümet geldi, Kıbrıs’ın kuzeyine ve sizin mücadelenize bu nasıl yansıyacak, ne tür etkileri olacak?

Ben şimdi biraz daha farklı bir noktadan bakmaya çalışacağım. Türk kapitalizmin gelişimini incelemeye çalıştım. Türkiye’deki Türk kapitalizminin başlangıcı 1950’liler Demokrat Parti’nin iktidara geldiği dönem. Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgilenmeye başladığı dönem de o dönemdir aslında. Şimdi Türk kapitalizminin gelişimiyle birlikte Türkiye’deki siyasal süreç de paralel bir şekilde gelişiyor. Özellikle 2016’da Türkiye Varlık Fonu’nu ilan etti. Türkiye neoliberalizm ve devlet kapitalizmi arasında bir yerdeydi. Neo liberal ekonomik modeli takip ederken Devlet kapitalizmini andıran uygulamalar yapılmaya başlandı Gezi Park’ı eylemlerinden sonra. Son dönemde TÜSİAD’ın başkanı ve yönetim kurulundan 1 kişiye davalar açıldı. Türkiye’de Siber Güvenlik Daire Başkanlığı kuruldu. Bu da şirketlere yönelik bir adımdı. Yani verilerin verilmemesinden dolayı patronların tutuklanabilme ihtimali var.

Gördüğüm kadarıyla AKP şirketlerin yönetim kurullarına kendi partililerini de atamaya başladı. Dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasını da ben Türk kapitalizminin gelişimine bağlıyorum çünkü AKP ile birlikte Türk kapitalizmi çok ileri bir seviyeye geçti. Bugün AKP’nin, Türkiye’nin Suriye’de, Afrika’da da koloni politikaları var. Aslında Asya’da da koloni politikaları var . Dolayısıyla İmamoğlu’nun tutuklaması önemli bir sürecin de başladığının göstergesidir.

Yani Türkiye neo liberal ekonomik modelden koptu. Devlet kapitalizmine geçti. Türkiye’nin Devlet kapitalizmine geçmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi neoliberal kapitalizmdeki krizdir. Bütün dünyada neoliberal ekonominin krize girmesiyle Çin ve Rusya ön plana çıktı. Hatta batı ülkeleri de devlet kapitalizmine geçiyor. Dolayısıyla devlet kapitalizminin öngördüğü bir hukuk biçimi, devlet kapitalizminin öngördüğü bir kültür, siyaset biçimi var. Şu an hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan siyasal ortam devlet kapitalizminin dayattığı bir yaşam biçimidir. Devlet kapitalizmi totaliter sistemler yaratmaktadır. Parti ve partinin başındaki kişi mutlak bir güce ulaşmaktadır. Türkiye devlet kapitalizmine geçti ve bu uzun bir zaman daha böyle gidecek gibi görünüyor. Dünyada da böyle gidecek. Bu anlamda Türkiye’deki iktidar değişse de Kıbrıs’ın kuzeyinde hiçbir şey değişmeyecek. Aynı şekilde Türkiye’de de değişeceğini düşünmüyorum. Çünkü bunu ekonomik ilişkiler üzerinden değerlendiriyorum. Bugün CHP’ye baktığınız zaman, Ekrem İmamoğlu İstanbul belediye başkanı olduğunda makamına bir imam getirdi ve imam makamda dualar okudu. Siz bunları 2002 öncesi göremezdiniz. Dolayısıyla AKP Kemalizm’i yeniden tarif etti. Atatürkçülüğü yeniden tanımladı. Kemalizm’i siyasal İslam ile karıştırdı. Yani Türkiye artık başka bir noktadır ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hayatın her alanında direnişi örmek zorundayız. Tarih karşısında kendi cephelerimizi oluşturarak, ezilenler için alternatif yaratmak zorundayız. Bu tarihsel süreçte bu sorumluluğu almalıyız.

nupel.tv/karapasaoglu-kibrisin…

Azerbaijan backs Syria’s recovery as ties deepen under new government middleeastmonitor.com/20250505…