Have you received this message from Gemini?

👁️ According to @Androidauth Google now proposes to “help you use Phone, Messages, WhatsApp, and Utilities on your phone, whether Gemini Apps Activity is on or off”.

But what does this mean for your privacy? What do you think about it?

👉 Read more: androidauthority.com/gemini-ap…

#PrivacyMatters #deGoogled @murena @gael

What if NASA's space race was built on buried secrets — and Nazi scientists?


This Cold War-era documentary explores the lesser-known history of Operation Paperclip — the U.S. program that brought former Nazi engineers, including Wernher von Braun, into the early American space effort.

Topics covered include:

The origins of the V-2 rocket program

Von Braun’s involvement with the SS

How Nazi technology helped land Americans on the Moon

The ethical complexity behind a scientific milestone

🎥 Watch here:

No politics, just history and science. Let me know what you think.

One of the world's least reported genocides took place in #Tigray between 2020 - 2022 with horrific sexual violence and rape weaponised to subdue women/ the population. Most of the victims are still waiting for accountability and justice.

Rusted screws, metal spikes and plastic rubbish: the horrific sexual violence used against Tigray’s women

#Tigray #SexualViolence #Ethiopia #Rape

theguardian.com/global-develop…

This entry was edited (3 weeks ago)

givehim15.com/post/june-30-202…
givehim15.com/post/june-30-202…
GH15 prayer for June 30, 2025
The Turnaround Must Continue
Steven Springer

youtu.be/vfMFoTy4wXU

>>Bild und Jüdische Allgemeine haben Lügen verbreitet: Eine wissenschaftliche Untersuchung hat nun ergeben: Von den 1.080 Kindern, deren Todesfälle das Gesundheitsministerium damals nicht bestätigen konnte, wurden fast alle von Israel getötet. <<

aoav.org.uk/2025/the-vanishing…

(via Yossi Bartal: bsky.app/profile/yossibartal.b…)

in reply to stephie

Wenn man genauer nachprüft ergibt sich, dass die Todesfälle, die das MoH in Gaza aus ihrer Liste gestrichen hat, weil sie ein bürokratischer Apparat ist, die einen hohen Standard an ihre Zahlen anlegt.

Eine Überprüfung der Todesfälle zeigt, ja, die Kinder wurden wirklich getötet.

JA, BILD und die pro-israelische Accounts die das als Beweis sahen, die ganzen Zahlen in Zweifel zu ziehen nutzen ihr eigenes Desinteresse an der Realität, und die Gründlichkeit des MoH schamlos für Propagandazwecke.

As predicted, the hardcore Trump shills are already starting to celebrate their messiah as a peacemaker and attacking the other controlled opposition factions for saying Trump would start WW3 (which he will, just not yet).

This time it's the 40-year old, mascara wearing Qanon-propagandist Razorfist:
youtube.com/watch?v=elBXjBLkog…

All you need to know about this grifter, is he pretended to get emotional over the October 7th attacks. And as far as I know, he never cried on camera over anything else.

game dev progress for the day! got more of the manor fleshed out. there will be rooms on the bottom side as well but i'm working on the top ones first.

it's kind of crazy how much longer working in 3D takes but i'm starting to get the hang of it, just some things i need to change from working in 2D i am getting a little tripped up on. i think a lot of it is the setup as well. once you get the models created and everything it is much smoother to build it all.

in reply to xianc78

@xianc78 that would be quite the undertaking. you would have to recognize what tiles from the tileset are being used, extract only those tiles and convert them into voxels, then determine what height everything should be at, and then put the tiles down at the exact coordinates. even then, the difference in dimensions and perspectives will result in the end user having to manually move and change a lot of stuff. not really worth even coding something like that imo.

the vast majority of people are not going to be converting their RPG Maker projects wholesale into RPG In A Box, and the only reason i'm sort of doing it is because i'm just messing around with the engine and testing stuff out. when i actually start doing a proper game i won't have anything from rpg maker, ideally.

Wang Yi speaks with counterparts from Iran and Türkiye socialistchina.org/2025/06/29/…

10 years ago, I launched Obscura into the world because I wanted to have more control over my iPhone’s camera.

I could not be more grateful to everyone who’s made it all possible

benricemccarthy.ghost.io/obscu…

Η Σοφία Παπαϊωάννου ακολουθεί τους ανθρώπους που προσπαθούν να διασώσουν το πολύτιμο οικοσύστημα στην Αντίμηλο, μεταφέρεται όμως και στον νότο της χώρας, στην ανατολική Κρήτη. Επισκέπτεται διπλανές κοινότητες στον νομό Ηρακλείου, οι οποίες έχουν αρχίσει να μαλώνουν μεταξύ τους για το νερό. Πηγές, βρύσες, γεωτρήσεις, τεχνητές λίμνες, όλες άδειες από νερό. Στο ορεινό χωριό Καλαμαύκα Λασιθίου, οι 18 πηγές και το «θεριό», η πηγή που φόβιζε με τον ήχο της τους κατοίκους είναι όλες στερεμένες. Μία ευλογημένη γη που αγωνιά για το μέλλον.

ertflix.gr/vod/vod.617118-365-…

Η κατάσταση δείχνει απελπιστική. Η λειψυδρία χτυπάει κάθε γωνιά της χώρας αλλά όσοι κυβερνάνε έχουν το μυαλό στη μάσα. Κυρίως η κεντρική κυβέρνηση.

Duke University appears to have lost research grants because they used the prefix "trans" in reference to disease transmission, transgenic material, translational studies and signal transduction


Source: dukechronicle.com/article/2025…
This entry was edited (3 weeks ago)

Mehmet Talat Paşa: “İttihatçıların beyni ve soykırımın mimarı” – Mehmet Turan

“Talat Türk Bismarck’ıdır!” (Ünlü Yahudi heykeltıraş ve Siyonist aktivist Alfred Nossig)
“Ben valiyim eşkıya değilim, ben yapamam, bu sandalyeden kalkarım sen gelir yaparsın.” (Ankara Valisi Atıf Bey’in Talat’ın Ermeni tehciri konusundaki talimatını ileten elçiye verdiği cevap)
“Artık bir Ermeni sorunu yoktur!” -Talat Paşa (Ağustos 1915 / Alman Büyükelçisine çekilen telgraf)
“…Paşa’nın bir gün yeis ve acz içinde ağladığına şahit oldum. Fakat bu gözyaşları beni müteessir etmedi. Çünkü Talat’ın hükümeti savaşı milletin hayatına tercih etmişti.” (Hamid Kapancızade / Dâhiliye Nezaretinde yüksek memur)

Mehmet Talat Paşa (1874-1921) kitabının yazarı Hans-Lukas Kieser Osmanlı’nın son dönemleri konusunda uzmanlaşmış bir modern tarih profesörüdür. Ermeni ve Yahudi sorunu, Lozan Anlaşması, Türk Ulusalcılığı, Birinci Cihan Harbi ve Osmanlının Sonu, Türklüğe İhtida ve Iskalanmış Barış isimli kitapların da yazarıdır. Kitap Talat Paşa hakkında son yıllarda yazılmış derinlemesine ve çarpıcı tarih bilgileriyle dolu çok önemli bir biyografik eser olarak görülmelidir.

Kitap, içinden geçtiğimiz çarpıcı günler için çok faydalı tarihsel karşılaştırmalara imkân tanımaktadır. İttihatçıların temel bir özelliği vardı. Yenilirken bile küçük galibiyetlerden müthiş coşku duyuyorlar, bunu halkı harekete geçirmek için çok ustaca kullanıyorlardı. 31 Mart İsyanı’nı Ermeni ittifakı ile bastırmaları, Edirne’nin tekrar geri alınması, Ekim Devrimiyle Bolşeviklerin Kars, Batum, Ardahan’ı bırakması ve birçok tabyada Alman subayların görev aldığı, Alman savaş stratejisiyle kazanılan Çanakkale muharebelerinde olduğu gibi. Birinci Cihan Harbi’nin genel yenilgisi içinde oluyordu bütün bunlar. İTC katıksız bir savaş partisiydi. Dinamizmini buradan alıyordu. Savaştan besleniyor, savaş ile ayakta duruyordu. Günümüz AKP-MHP-Ergenekon ittifakı da benzer bir platformdur. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra Azerbaycan, Libya operasyonları ve iç muhalefeti ezmesiyle bölgesel bir savaş partisine dönüşmüştür. İçinde bulunduğumuz Birinci Cihan Harbi’ne benzer koşullarda bölgede gelişen ABD, İsrail, İngiltere ve Fransız saldırıları TC’nin genel yenilgisinin zeminini hızla örerken, faşist platform SMO çeteleri, Colani ve bölgeden dışlanmış Rusya ile küçük galibiyetler peşinde koşuyor. Büyük oyunun figüranı olmaktan ileri gidemiyor. İmralı’nın sunduğu “bölgesel genişleme” fırsatını bile Kürtlere karşı şiddeti artan savaş operasyonları ve ülke içi demokratik sol muhalefeti ezmek için kullanıyor. İmamoğlu şahsında geliştirilen operasyon da darbe mekaniğinin bir dişlisi olarak bu küçük galibiyetler içindeki yerini alıyor.

Kitabı okuyup bitirdiğimizde Eric Hobsbawn’ın 20.yüzyıl için verdiği tanım aklımıza geliyor: “Aşırılıklar çağı!” denilebilir ki Talat Paşa da aşırılıklar çağının ve diktatörler Avrupa’sının açılışını yapan liderlerin istisnasız en başında gelmektedir. Aşırılıklar çağını Birinci Cihan Harbi ve Ekim Devrimi’nden önce Anadolu’da gerçekleştirilen Rum Tehciri, Ermeni Jenosidi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla başlatmak ve aşırılıklar çağının bir “prelüd”ü saymak çok mu yanlış olurdu?

Kieser ilk cümlelerine önemli bir tespitle başlar: “Talat Anadolu’da Türk ulus/devleti haline gelecek oluşumu inşa eden ilk kişiydi. Nihai kurucu Mustafa Kemal alenen onun siyasi mirasçısıydı”

“Talat’ın kana bulanmış genç kadrosu Tahsin Uzer, Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda, Atıf Kamçıl, Celal Bayar gibi adamlar, Muhittin Birgen, Falih Rıfkı Atay, Necmettin Sadak, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen, Şükrü Saraçoğlu, Mahmut Esat Bozkurt gibi adanmış emir subayları, gazeteciler, öğrenciler kariyerlerini M:kemal in liderliğinde Ankara da inşa ettiler. Hepsi bir zamanlar Talat’ın komutası altındaydı.” (Kieser)

İlk anda abartılı bir yorum gibi gelse de bunun nedeni Enver ve M. Kemal kadar Talat üzerine yeterince kitap, makale ve araştırma yapılmaması ve sol cenahın Talat’ı sadece Ermeni meselesinde oynadığı rol ile sınırlı olarak tanımasından kaynaklı olabilir. Oysa Kieser Talat için, özellikle devlet ricali açısından “Varlığını kuşaklar boyunca sürdüren bir gölge” tanımlamasını yaparken sadece göz ardı edilmiş bir gerçeği dile getirmektedir. Kieser’in kaynak olarak kullandığı Ernest Jackh’ın (Cihan harbinde Alman Dışişleri Temsilcisi) anı kitabı “Yükselen Hilal” kitabındaki şu ifade önemlidir: “Mustafa Kemal Talat’ın sorumluluğundaydı”. Aslında Talat, M. Kemal’in davasının önündeki tüm çalıları çok önceden ortadan kaldırmıştı. (Rumlar ve Ermeniler!). Osmanlı sosyal dokusunun vazgeçilmez unsurlarını, Anadolu’nun tarihsel otokton halklarını silip süpürmüştü. İTC nasıl ki önce Ermenilerle ittifak yapıp sonra onları imha ettiyse, Kemalistler de milli mücadelede Kürtleri ikna edip yanlarına almış sonra üzerlerinde sömürgeci bir siyaset izlemişlerdir. Ne Abdülhamit ne de İTC Kürt realitesini inkâr etmişti. Ancak Kemalistler Türk ve Kürtlerin birlikte kurdukları cumhuriyet rejimini Kürt ulus varlığının inkârı üzerinde inşa ettiler.

Kitabın ana omurgası Talat ve dava arkadaşlarının izleyen bir sonraki yüz yıl boyunca Türkiye’nin takip edeceği siyasi rotanın temel çizgilerini daha o günlerde nasıl şekillendirdikleri üzerine kuruludur. Bu, bizim yakın Türkiye tarihine ilişkin Hamidizm, Enverizm ve Kemalizm’e dair “tarihsel süreklilik” yaklaşımımızla uyumludur. O yüzden kitaba ikinci bir alt başlık konulsaydı eğer bu, “Talat’ın hayaleti yaşamaya devam ediyor”. Şeklinde olabilirdi. Son bakışta buradaki “Enverizm” tanımı elbette mevcut üçlünün bir ayağını zayıf kılıyor. O yüzden bir düzeltme gerekiyor. “Talat’sız bir Enver düşünülemez” diyerek bu eksikliğimizi giderebiliriz. Talat ideolojik ve pratik önderdir, Enver ise sahne önündeki etkili bir politik figürdür. 1908’in simgesel kahramanıdır. V. Mehmet’in yeğeni Naciye Sultan’la evli olmasının getirdiği referanslara sahiptir. Talat asker kökenli değildir, sivil siyasetten, memuriyetten gelmektedir. Ama etrafındaki tüm askerleri yönetmiştir. Her ikisi de Osmanlı’nın eski ihtişamını yeniden diriltmek ve yaşatmak ihtirasını hiç yitirmediler.

“Talat ve İTC’li arkadaşları, en geç Abdülhamid’in Şubat 1918 ortasındaki cenaze töreninde önceden şeytanlaştırdıkları bu idarecinin mirasını açıkça kabul ettiler. Şaşırtıcı bir şekilde benzer devlet iktidarı mantığına hizmet ettiklerini keşfettiler, sadece daha radikaldiler.” (Kieser)

2010 yılından sonra AKP eliyle yürütülen neo-Osmanlıcılık “süreklilik” vurgumuzun çok tipik bir kanıtlanışıdır. Şahsileştirilen iktidar, parti devleti, hukukun suiistimali, hamaset, komploculuk, güç ve yozlaşmanın emperyal bir zihniyetle buluşması. Sadece Talat değil, Abdülhamid ve Talat her ikisi de AKP’ de modern bir biçimde yaşıyor. Coğrafyamızda etno-dinsel seferberlik ve savaş hali Abdülhamit ve Talat zamanındaki gibi hala siyasetin ana belirleyicisidir. Görünen o ki Türk egemenlik sisteminde M. Kemal çizgisi güç kaybetmiş, Abdülhamit- Talat çizgisi bir adım öne geçmiştir.

Kieser bu sürekliliği şu cümlesi ile çok güzel ifade etmiş: “Kemalizm İTC aşırılıkçı-lığının başardıklarından istifade etmiş, böylelikle bu aşırılıkçılarla örtük bir biçimde özdeşleşmiş, bunu yaparken içkin kötücülükle yüzleşmemiştir” Abdülhamit’i deviren İTC ise aynı onun gibi imparatorluk geleneğine saplantılı bir şekilde bağlıydı. Onun 1895’de başlattığı Ermeni katliamlarını 1915’ de nihayetine erdirdiler. Ayrıca her ikisi de günümüzün soykırım temsilcisi Yahudi burjuvazisinin Filistin’de kendilerine bir “yurt” edinmesini desteklediler.

AKP; Abdülhamit ile İTC nin birleşimidir. Neo-Osmanlıcı açılımdır bu. M. Kemal tarihsel olarak kaybetmiştir. Hem Laiklik anlamında hem de Misak-ı Milli anlamında kaybetmiştir. TC, geçmişte “bataklık” dediği Orta Doğu başta olmak üzere artık kendi ülke sınırlarının ötesinde yaşam alanlarına sahip bir devlettir. Laikliğin “yılmaz bekçisi” TSK ise 15 Temmuz’dan sonra geçirdiği sınıfsal değişimle tabanındaki “zinde kuvvetleri” uzun yıllar boyunca bastıracak Türkçü-İslamcı-Ergenekoncu bir çizgiye evirilmiştir. “Araplar bizi hep arkadan vurmuştur” şeklindeki resmi tarih yazımı ise kül olup uçmuş, Araplar Türkiye’deki en ciddi mali oligarşiler içine girmişlerdir. Yanı sıra Karadeniz’den Akdeniz ve Ege’ye kadar çok büyük turizm ve rant alanlarına sahip olmuşlardır.

Günümüzde sermaye sınıfları arasındaki çelişki, artık eskisi gibi yanıltıcı Laik-İslamcı çelişkisi olarak gösterilememektedir. Çünkü ülkede hem İslami burjuvazi devlet olanaklarıyla serpilmiş hem de modern denilen sermaye çevreleri İslami-faşist rejimle uyum içinde hareket etmeye başlamıştır. Bu anlamda seküler ve İslami sermaye ayrımından artık çok söz edilemez. Aralarında belirgin bir sınır yoktur. Keza “batıcı-modern-laik” İstanbul sermayesi en büyük karlarını bu hükümet döneminde gerçekleştirdi. Özellikle banka sermayesi rekor seviyelere ulaştı. İstanbul burjuvazisi karşısında Anadolu Kaplanları ve devlete sürekli kredi veren Arap sermayesi de keza çok büyüdü, İstanbullu kodamanlarla kafa kafaya gelmeye başladı. Rönesans Holding gibi ilk olarak Rusya’da büyüyen inşaat devleri, hükümetten sürekli ihale alan İslami olmayan modern burjuvazinin temsilcileriydi. Bunun dışında siyasi-ideolojik çelişkiden bahsedilecekse de bu, CHP gibi realist milliyetçilikte ayak direyenlerle sürrealist milliyetçiler arasındadır. Yani daha çok Batı çizgisinde teritoryal devlet sınırlarının ötesine çıkmak istemeyenlerle AKP gibi Batı ve Doğu’yu aynı anda idare edip bölgesel emperyal role soyunanlar. Buna her dönem var olan devletteki tarihsel sürekliliğin kendi içindeki çelişkisi de diyebiliriz. İslam’la bağından vazgeçmeden bölgesel emperyal genişleme peşinde koşanlar bir yanda, İslam’ı ideolojik değil politik ve pragmatist temelde kullanan ve dış maceralardan uzak duralım diyen çizgi diğer yanda. Hegemonya ilk çizgidedir. Âmâ şunu hiç unutmamak gerekir: Bu iki çizgi emekçi ve devrimci kuvvetler söz konusu olduğunda domuz topudur. Ülkenin ve devletin geleceği konusunda ise birbirine güvenmeyen iki kumarbazın ortaklığından bahsedebiliriz.

Talat, 1874 yılında Edirne’de “daralan bir Avrupa Türkiye’sinde doğdu”. (Kieser) Dönem Avrupa’da bir çağın nerdeyse sonuna gelindiği hissiyatını veren bir dönemdir. Dünya hızla etnik ulusçuluğun, İslamcılığın, anti-semitizmin ve sosyal Darwinizmin bataklığına doğru yol almaktadır. Talat ve yaşıtları Osmanlı Makedonya’sının 1913’de kaybedilmesi ve devletteki çürüme karşısında kendilerini güvende hissetmeyen, imparatorluğu eski kahramanlık günlerine geri götürmenin heyecanı ile kıvranan bir kuşaktır. Hemen hepsi Abdülhamid’i despot, bağnaz ve korkak bir sultan olarak görüyorlardı. Topraklarını geri alan Bulgar, Sırp ve Yunan komitacılara müthiş öykünüyorlar, onlar gibi gözü kara birer vatanperver olmak istiyorlardı. Kafalarındaki komitacılık yöntemiyle modern, merkeziyetçi, tekçi, etno-dinsel (Müslüman Türk) yeni bir devlet yaratmaktır.

Abdülhamid’i hakir gören Osmanlı Makedonya’sının milliyetçilikle harmanlanmış gençleri “Jön Türkler” olarak anılmaya başladıktan kısa süre sonra çok daha ciddi örgütlenmeler yarattılar. İdeolojik coşkunluklarını artıran faktör Ziya Gökalp’in “hürriyet” ve “memleket” fikirleriyle tanışmaları oldu. 1908 Jön Türk devrimini gerçekleştirdiklerinde isim olarak İTC’yi benimsediler. 1908’de iktidarı ele geçirdikten 1918’e kadar cemiyet gizliliğini sürdürdü. Bu “mukaddes komite” dışarısı için bir “kara kutu” olmayı sürdürdü. Talat ve Makedonyalı iki Doktor, Nazım ve Şakir, Jön Türk devriminin beyniydi. İktidara geldiklerinde Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Avusturya Bosna Hersek’i bünyesine katmış ve Girit Yunanistan ile birleştiğini duyurmuştur. 1908’in getirdiği özgürlükler bir yana bu ciddi toprak kayıpları karşısında kendisine baş hedef olarak daha fazla parçalanmamayı koymuştur.

Talat, 1909 yılında İstanbul’daki gerici-İslamcı ayaklanma sırasında (31 Mart Vakası) kendisini ve Dr. Nazım’ı evlerinde saklayan Ermenileri (ARF/Ermeni Devrimci Federasyonu lideri Aknuni) ileride çok fazla hatırlamak istemeyecektir. (Kieser) Ermeniler Talat ve Nazım’ı saklarken, aynı tarihte Adana’dan korkunç haberler gelmektedir. Hem İstanbul’daki ittifaktan habersiz olan İttihatçılar hem de gerici İslam’ın nüfuz ettiği toplum kesimleri tarafından 17.000 Ermeni öldürülmüştür. İstanbul’da Ermenilerle birlikte gericilere karşı mücadele eden İTC, Adana’da gericilerle birlik olup Ermenileri katletmiştir. Konu meclise geldiğinde Kieser’in anlatımıyla “Katliamın ele alınışı tecavüzü suç olarak kabul etmek yerine kurbanın provokasyonunun altını çizen” ziyadesiyle tanıdık şovenist bir tavrı çağrıştırmaktadır.

1909 Adana katliamı sonrası Haçin (Saimbeyli) bölgesinde Ermeni yetimler.
Kaynak: “1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler”

Baba soylu, çok eşli, erkek kardeşlerin katline fetva veren, ekonomisi fetihçiliğe ve çifte vergilendirmeye dayanan, bürokrasisi devşirme sistemiyle yürüyen Osmanlı monarşisi 16.yüzyıldan itibaren devlet aygıtına katı bir Sünni İslam’ı da dahil etmiştir. Böylesi bir tarihsel gelenekten gelen imparatorluğun gerileme döneminde Batı ile ilişkilerin sürdürülmesi ve devlet aygıtının yenilenmesi adına Osmanlı milletler sistemini ”anayasal eşitlikle” (eşitlikçi çoğulculuk) tamamlamak istemesi başarısız kalmıştır. Abdülhamit 1876’da ilan edilen yeni anayasayı (Kanun-i Esasi) 1878’de askıya almıştır. Hemen akabinde 1877-78 onur kırıcı Rus-Türk savaşı (93 Harbi) sonucunda Rus ordusu neredeyse İstanbul’un kıyısına kadar ulaşmıştır. Bu savaşta Osmanlı Kars, Batum ve Ardahan’ı kaybetmiş. Rus Ordusuna 30 bin Osmanlı askerini esir vermiş, savaştan kaçan yüzbinlerce muhacire Anadolu’da yeni yerleşimler bulmak zorunda kalmıştır.

Kanun-i Esasi’nin lağvedilmesi ve ağır Rus yenilgisi Abdülhamid’in “eşitlikçi çoğulculuğu” bir kenara bırakıp yeniden Panislamizm’e yönelmesinin dönüm noktası olmuştur. Sarayın Anadolu halklarını (Müslüman ve Hıristiyan) dışlayarak sadece İstanbul’u ve liman şehirlerini kapsayan ve devletin idari, mülki ve askeri bürokrasisini esas alan batıcı modernizm denemesi daha ilk aşamasında başarısız kalmıştır. İmparatorluk geleneği böylesi bir yenilenmeyi gerçekleştirecek gelişmiş bir siyasi-felsefi -toplumsal ve kültürel üst yapıdan yoksundur. Ekonomisini zaten İngiliz, Fransız ve Alman kapitalizmine teslim etmiştir. Batıcı siyasi reformlar daha çok Avrupa’nın dış zorlamasıyla emperyalizmin Osmanlı coğrafyasında çok daha rahat hareket etmesi amacıyla gündeme gelmiştir. Bu reform girişimleri hiçbir zaman Osmanlı monarşisinin gönüllülük temelinde, içine sindirerek kabul ettiği reformlar olmamıştır. Hele hele kendi halklarının toplumsal gelişimi ve refahında fayda sağlayabileceği hiç mi hiç düşünülmemiştir. İmparatorluğu devşirme bürokrat ve askerlerle yöneten Osmanlı, ilk darbeyi bu asimile güçlerin mensubu oldukları devletlerden yedi. Balkanlar! Balkan ülkelerinin kaybını, Rum ve Ermeni tehcirini geliştiren kıyamın miladı olarak görmek gerekir.

Asıl olarak başta Avrupa olmak üzere, dünyada gelişen yeni siyasi, ekonomik ve askeri gelişmelerden kopmamak ve imparatorluğun gerilemesini durdurmak adına içine girilmek zorunda kalınan bir süreç olmuştur.

Yıkılan imparatorluklar içinde Osmanlı kendi döneminin en dirençlisi olmuştur. Yıkılışı bir türlü kabullenmeyen, yıkılırken kazandıkları küçük zaferlere bile (Edirne!) büyük payeler biçen, ulus-devlete yönelirken bile imparatorluk saplantısından bir türlü kurtulamayan sürrealist bir karaktere sahip olduğunu söylemek gerekir. İTC liderliğinin emperyalist doktrinlere sürekli zorluk çıkarması ve oyalamasının nedeni elbette demokratik bir milliyetçilikten ileri gelmiyordu; kendilerini de emperyal bir güç olarak görmeleri asıl belirleyici nedendi. Emperyal bir güçten daralan bir ulus devlete gerilemeyi hazmedememe, İTC’nin demokratik değil, intikamcı milliyetçiliğinin kaynağı olmuştur. İTC politikalarıyla öylesine bir toplumsal hüsran yarattı ki, kendi yaratmak istediğinden çok daha güçlü bir milli nefretin doğmasına neden oldu. Toplum savaşın, yoksulluğun, açlığın sorumlusunun İTC liderliği değil Hristiyan halklar olduğunu belledi, onları hedef aldı.

Daha doğduğunda gözü hep Batı’da olan ve giderek kendini Batı’dan üstün gören bir imparatorluğun çözülmeye başlayan hukuki, siyasi, ekonomik ve askeri yapısını yenilemek için geçmişte küçümsediği Batı’ya muhtaç olması büyük bir krizin ve yeni arayışların asıl nedenidir. Özellikle Balkanlarda kaybedilen topraklar henüz yeni tanıştığı ulusalcı fikirleri hızla şoven bir karaktere büründürmüştür. Zamanında Anadolu’daki Müslümanların fethedilen Rumeli’ye yerleştirilmesiyle “Evlad-ı Fatihan” adı verilerek kutsallaştırılan bu toprakların kaybı, Jön Türklerde saldırgan bir mağduriyete ve intikam duygularına yol açmıştır.

Kieser’in anlatımıyla Talat’ın hayatında en ilginç olaylardan biri, 1903 yılında Abdülhamit’i iktidardan düşürmek için İngiltere’nin Selanik Konsolosluğunda çalışan Robert Graves isimli genç bir diplomatla görüşmek istemeleridir. Diplomat anılarında “…ülkelerini tehdit eden güçlükler karşısında kendilerini çaresiz hisseden ve izleyecekleri yol-yordam hususunda tavsiye almak isteyen kimi Türk vatanperverlerden benimle mülakat yapmaları yönünde gizemli bir rica aldım. Bunun bir tuzak olmadığına kanaat getirdikten sonra bu insanlarla gizlice buluşmayı kabul ettim” demektedir. (Kieser) Görüşmenin içeriğini ise şu şekilde özetler. “Abdülhamid’e karşı isyan örgütleyeceklerini bunun için yabancı ülke desteğine ihtiyaç duyduklarını, ancak böylesi bir ilişki için hangi yöntemi izleyeceklerini bilmediklerini söylediler” Bu görüşmenin olduğu sıralarda İç Makedon Devrimci Örgütü’nün (İMRO) Makedon özerkliği için verdikleri militan mücadele Jön Türk subaylarını derinden etkiler. Abdülhamit’e karşı “esaslı bir devrimin” nasıl olması gerektiği konusunda karşılarında bizzat bastırmakta başarısız kaldıkları canlı bir örnek vardır.

Tarihte imparatorluktan ulus devlete geçiş yapan hiçbir egemenlik kendi içinde yaşayan ulus, ulusal topluluk ve azınlıklara Osmanlı-Türk militarizmi kadar acımasız, zalimane davranmamıştır. Rum tehciri, Ermeni soykırımı ve Kürt asimilasyonu/tehciri ve katliamı, devleti devlet yapan tarihsel dönüm noktaları olmuştur. 14 Kasım 1914’te “cihat” ilan ederek birinci cihan harbine giren İTC’nin kendi halkına (Türkler!) maliyeti ise, askere aldığı 3 milyon askerden 1 milyonunun ölmesi, yarım milyonunun firar etmesi ve 250 binin de esir düşmesiydi. Talat’ın Rusya’ya yönelik denizden saldırmazdan önce, bunun karşılığında Almanlardan önce 2 milyon sonra 5 milyon Osmanlı lirası aldığını teşkilat dışında çok az insan biliyordu. (Kieser)

Yeri gelmişken aslında şöyle bir yanılgı da var, Osmanlı imparatorluğunda üretim ilişkileri çok zayıftı, bağımlı, yarı sömürge bir ülkeydi o yüzden cumhuriyet sonrası kapitalizm devlet eliyle yukarıdan aşağıya ve çok geç gelişti denilmektedir. Bu söylemin nedeni tarım, sanayi, hizmetler ve bankacılıkta egemen zümrelerin Avrupa burjuvazisi ve Hıristiyan tefeci-tüccar ve kapitalistlerden oluşmakta olması, Müslüman Türklerin daha çok devlet memuriyeti ve tarımla uğraşmış olmalarıydı. Ancak İTC eliyle sermayenin Türkleştirilmesi sonrasında mevcut üretim ilişkilerinde kısmı bir zafiyet gelişse de Türk ticaret burjuvazisi ve feodal ağa ve aşiretler tarafından ele geçirilen tüm makinalar, işletmeler, tarım arazileri, fabrikalar, limanlar, madenler, demiryolları düşünüldüğünde “sahipliğin” değişmesinin kapitalist gelişimi kendi iç dinamiğinden çok fazla raydan çıkardığı söylenemez. Hristiyanların ihraç ürünlerini pazarladığı ülkelerle bağlantılar kesilse de sanayi imalatı, tarım üretimi, kamu hizmetleri ve bankacılık işlemleri devam etmiştir. O yüzden “devlet eliyle oluşturulan burjuvazi” söylemi gerçeği tüm yönleriyle açıklamaktan uzaktır. Sermayenin Türkifikasyonu ile zaten bir burjuva sınıfı oluşmuştu.

Kaldı ki o dönemde emperyalizmin sermaye ihracı ve Hıristiyan kompradorların mali birikimi ve tarımsal-sanayi üretimi sonucunda çok ciddi bir kapitalist alt yapının zaten var olduğunu biliyoruz. Keza bu olmasaydı Kıvılcımlı’nın tespit ettiği gibi Türkiye kapitalizmi hızlı bir şekilde kısa sürede tekelci aşamasına yükselemezdi. Sadece İstanbul, İzmir, Trabzon, Beyrut, Selanik ve İskenderun limanları sermaye birikiminin, ithalat ve ihracatın başlı başına ciddi birer lokasyonlarıydı. 1916 sonlarında sadece Çukurova’da Ermenilerden gasp edilenlerin bir kısmı Talat Paşa’nın cep defterinde şu şekilde not edilmiştir: 40.000’den çok bina, 90.000 dönüm çiftlik arazisi ve 26 maden imtiyazı. Çukurova’nın Ermenilere ait pamuk endüstrisi, Diyarbakır’ın maden endüstrisi hepsi “milli iktisat” politikası doğrultusunda millileştirildi.

Anadolu’nun Hıristiyan halklardan ve Türk olmayan Müslümanlardan arındırılması şeklinde gelişen bu “otarşik-totaliter” devletleşme, zamana yayılmış dehşet verici bir devletleşmedir. Aşırılıklar çağının prelütüdür. Nazilerin Yahudi soykırımı 4 yıl sürmüştü, Osmanlı-Türk militarizmi ve sermayenin Türkifikasyonu ise 1895’deki Ermeni katliamlarından 1938 Dersim isyanına kadar sürdü. Tam 43 yıl!

Talat, İTC’ nin (İttihat Terakki Cemiyeti) “azametli lideri” ve Balkan Savaşları sırasında kurulan tek parti diktatörlüğünün önde gelen nazırıydı. 1908’de ve 31 Mart ayaklanmasının bastırılmasında (1909) Ermenilerle ittifak siyaseti yürütmesine rağmen, Birinci Cihan Harbi’nde zamanında ittifak eylediği Ermenilerin Anadolu’dan sürgün ve imha edilmesinde gerçek bir baş aktördü. Emperyalist savaşın ikinci yarısında sadrazamlık makamına oturdu.

Talat Paşa, imparatorluğun yenilgisinden sonra Almanya’ya sığınmış ve Mart 1921 yılında Berlin’de, tehcirde ailesinden 85 kişiyi kaybeden Erzincanlı Ermeni bir militan tarafından (Soğomon Tehliryan) soykırımın öcünün alınması adına planlı bir suikast sonucu (Nemesis kod adlı operasyon) öldürülmüştür. Alman mahkemesi ve jüri üyeleri Tehliryan’ı yaptığı savunma sonucu (“Ben bu adamı öldürdüm ama ben bir katil değilim”) suçsuz bulmuş ve tahliye etmiştir. Talat’ın ölümünün ardından yakın bir Ermeni arkadaşı “Ülkelerinin gerçek menfaatlerinin farkında olan Türkler, bu eski bakanı iyi devlet adamları arasında saymayacaklardır” (Kieser) dese de Talat’ın mezarı İnönü tarafından Türkiye’ye getirilmiştir.

“Talat’ın büyük bir devlet adamı, bir Türk vatanperveri ve ortak ulusal eserin bir öncüsü olduğuna dair siyasi seçkinlerin olumlu fikir birliği, Atatürk’ün ölümünün ardından yoğunlaştı. Naaşı 1943’te, İnönü ve Hitler hükümetlerinin ortak girişimiyle, Berlin’den İstanbul’a gururla taşınıp Abide-i Hürriyet Anıtı’nın yakınına gömüldü” (Hans-Lukas Kıeser)

Paramaz’ı idam eden İttihatçılarla Suphi’yi öldüren Kemalistleri birleştiren çizgi, Anadolu’da Hıristiyan halklardan arındırılmış ve Türk olmayan Müslümanların (başta Kürtler!) asimile edildiği bir Türk devleti kurmaktı. Türk milliyetçiliği ve anti-komünizmle yoğrulmuş bu çizgi Türkiye’nin gelecek on yıllarına da damgasını vurmuştur. M. Kemal’in ölümünden sonra Talat Paşa’nın naaşı 1943’te Berlin’den Türkiye’ye getirilmiştir. Enver Paşa’nın naaş da 1996 yılında Tacikistan’dan getirilmiş ve Talat Paşa’nın yanına defin edilmiştir. TC görülmektedir ki Enver ve Talat’ın naaşlarını Türkiye’ye getirerek onlara sahip çıkmıştır. Bu sahip çıkış aynı zamanda başta Ermeni jenosidi, tek parti diktatörlüğü, emperyal genişleme hayalleri (distopik Turan ülküsü) ve Alman emperyalizmiyle ittifak olmak üzere, her iki paşanın görüş ve eylemlerine de sahip çıkmak anlamına gelmiştir.

Kitabın temel iddialarından biri Türkiye Cumhuriyeti’nin değil ama Türk ulus devletinin ilk kurucusunun Mehmet Talat Paşa olduğudur. Kieser Talat için “bir davayla evli”, “imparatorluğun oğlu” , “kurucu baba” ve dahası “davasıyla tutkulu bir metres hayatı yaşayan adam” demektedir. Sol’un da üzerinden atladığı ya da gerekli önemi vermediği gayet ciddi, tarihsel sosyolojik bir tespit olduğunu düşünüyoruz. Sonuçta devlet erkânı tarafından üzerinde Ermeni soykırımı lekesini taşıyan bir liderin çok açıktan sahiplenilmesinden ziyade ön plana çıkarılmadan sahiplenilmesi gayet anlaşılırdır. Sonuçta M. Kemal hem Ziya Gökalp’in “manevi evladı” hem de Talat’ın kumandası altında görev almış bir askerdir. ITC, TC’nin ilk çekirdek örgütlenmesidir. M. Kemal ve diğer paşalar bu çekirdeğin etrafında dönen elektronlar olmuşlardır. Talat, hem ITC hem de Teşkilat-ı Mahsusa ’da eşitler arasında birinciydi. Enver Paşa’nın da üzerindeydi. Kurtuluş savaşında M. Kemal liderliğinde çarpışan subay –paşa zümresi Enver’in değil, Talat Paşa’nın teşkilatlanması içinde yer alan askerlerdi. M. Kemal, Enver’in değil Talat’ın askerlerini tercih etmiştir. Cumhuriyetle birlikte ne sultanlık ve halifeliğin kaldırılması ne de medeni kanunun getirilmesi, TC’nin büyük ölçüde Talat’ın attığı zemin ve Gökalp’in fikirleri üzerinde kurulduğu gerçeğini değiştirmez.

Birinci Cihan Harbi’nin ön gününde bir Belin gazetesine demeç veren Talat “Savaşa neden girdik?” sorusunu şöyle cevaplıyordu: “Bağımsızlığımızı yeniden tesis etmek zorundaydık ve bunu en iyi şekilde Almanların tarafında olarak başaracağımızdan emindik” . Aynı zaman diliminde başta Enver Paşa olmak üzere, yüksek rütbeli paşalar ve valilere Türkiye’nin savaşı kaybetmesi durumunda Doğu Anadolu’da Rusya’nın destekleyeceği bir “Ermeni Özerkliği Heyulasına” vurgu yapıyordu.

En güçlünün hayatta kalmasını öngören Sosyal Darwinizme olan inanç genel olarak Birinci Dünya Savaşı’nda özel olarak da ITC mensupları için çok önemli bir motivasyon kaynağıydı.

“1912-1913’te Rumeli Türkiye’ sinin nerdeyse tamamının kaybedilmesi, Talat ve arkadaşlarını, yeni ortaya çıkmakta olan Türk ulusalcılığının radikal partizanları haline getirmişti. Bu yeni akım Osmanlı’nın çok milletli bir arada yaşamına yönelik bütün inançları kapı dışarı etti. Küçük Asya’nın bir ‘Türk Yurdu’ olduğunu iddia etti ve eş zamanlı olarak, Ziya Gökalp’in yayılmacı Turan görüşünü saplantı haline getirdi”. Elbette bu “muhteris” hedeflere ancak bir savaş yoluyla ulaşılabilirdi. Ziya Gökalp’in mesihçi Turan ülküsüyle birleşen Talat’ın savaş makinası 1914’ün sonlarında hüsranla sonuçlandıysa da 1917 Ekim devrimiyle tekrar canlanmıştır.

“20. yüzyılın Ermeni araştırmacıları bir yana konacak olursa tarihçiler tarafından eksik değerlendirilen ve neredeyse göz ardı edilen Talat-Gökalp ittifakı geç Osmanlı Ortadoğu’sunun bir kırılma niteliğini taşıyan parçalanışında çok önemli bir rol oynamıştır.” Önceleri Amerikan federalizmine sempati duyan Gökalp’in yeni fikirleri özellikle Almanlar tarafından “Türk ulusalcılığının dönüştürücü siyasal düşüncesi” olarak büyük takdir toplamıştır. Böylelikle Osmanlı anayasacılığının rızaya dayalı, çoğulcu milletler anlayışının zayıf tohumlarını da bu ittifakla bir daha geri getirilemeyecek şekilde yok etmiş olunuyordu. Gökalp Türk milliyetçiliğinin fikir babası, Talat ise Türk ulus devletini inşa eden politik bir lider olarak tarihteki yerlerini aldılar. Talat ve Gökalp emperyal yönelimliydiler. Her ikisi de 20.yüzyılın ilk çeyreğinde çoğu politik çağdaşları gibi, “zamanın ruhu” Sosyal Darwinizmle kuvvetli bağlara sahip ama aynı zamanda İslam’ın ahlaki ve kültürel gücünü derinden benimsiyorlardı.

Kieser’in anlatımıyla; Diyarbakır doğumlu Ziya Gökalp 1911 yılında kendisine “gökyüzünün savaşçısı” anlamına gelen “Gök-Alp” takma adını verdi.1912 yılında merkez komitenin isteğiyle İstanbul’a taşındı. Önceleri “Osmanlı Amerikası” (Anayasal bir federalizm) hayali olan Gökalp kısa sürede Türkçü emperyal bir çizgiye geçti, “Mesiyanik” bir Turancılığın savunucusu oldu. Ziya’yı gençliğinde etkisi altına alan iki kişi vardır. Biri İTC’nin de kurucularından olan geçici olarak Diyarbakır’a gönderilmiş Dr. Abdullah Cevdet diğeri ise Rum asıllı ateist Lise öğretmenidir. Ailesi ve çevresinden aldığı gelenekler ve dini inanç ile öğretmeninin fikirleri arasında sıkışıp kaldığı, bocaladığı bir dönemde psikolojik bir çıkmaza girmiş ve kendisini kafasından vurmuş ama hayatta kalmıştır.

Gökalp 1922’deki geçmiş hayatına yönelik anlatımında kendisini intihara sevk eden dönemsel kafa karışıklığını nasıl çözdüğü anlatır. Kendisini iyileştirenin “millet” ve “hürriyet” hakikati olduğunu ifade eder. Kieser ile devam edelim:

“1913 başlarında yazılan ve ‘Kızılelma’ başlığını taşıyan bir epik şiirde Gökalp intihar konusuna geri döner, eski şahsi ıstırabını Türklüğün bütününün ıstırabının bir metaforu olarak kullanır. Bir fetih nesnesini ifade eden eski bir Türk sembolü olan Kızılelma’yı varoluşsal kederini yaşayan Türklüğün şifası olarak yeniden yorumlar”

Burada Gökalp’in nasyonal sosyalizme de kaynaklık eden Alman romantizmi ve idealizmiyle kurduğu ideolojik yakınlığı hemen görebiliyoruz. Gençliğinde yaşadığı trajedinin bir benzerini Türklüğün de yaşadığını ifade ediyor. Gökalp’in ıstırabı Türklüğün o günlerde yaşadığı ıstırabın neredeyse aynısıdır. Türklük de onun gibi bilim ve din arasında ya da Avrupa ile Osmanlı fetihçi kültürü arasında kalmıştır. O nasıl ki bu ıstıraptan millet ve hürriyet aşkı ile çıktıysa Türklük te öyle çıkacaktır! Türklüğün ıstırabının şifası o epik şiirdeki “Kızılelma’dır”! “Varoluşsal kederini yaşayan Türklükten” bahsederken Türklüğü tarih boyunca hiç hak etmediği hile, desise ve oyunlarla adeta gadre uğramış bir halk olarak gösteriyor. “Anadolu Gökalp’in gözünde Türklüğün geleceği için gerekli ama küçük bir ön koşuldu” (Kieser) Onun kalbinde asıl yer tutan neo-emperyal bir genişlemeydi. Bu Turan ülküsüydü. Kieser’in yalın anlatımıyla Ziya Gökalp’i ta buralara getiren başlangıç noktasının kendi şahsi ıstırabı olduğunu öğrenmek gayet ilgi çekicidir. Bu arada Kızılelma şiirindeki bir mısra “Halk bahçe biz bahçıvanız”dır. Yani toplum işlenmeli ve yaban otlarından ( Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Ezdiler, Süryaniler) arındırılmalıdır! İTC Gökalp’in fikirleriyle Osmanlı-Türk toplumunun adeta yeni Mesihi ilan edilmiştir. Gökalp’in batı karşıtı İslamcı-Türkçü fikirleri Talat’ın Hristiyan karşıtı çeteciliğiyle birleşmiştir. Topluma da nüfuz eden bu devlet ideolojisi Türkiye’nin gelecek yüz yılına da damgasını vuracaktır.

Birinci Balkan Harbi yenilgisinden sonra iktidarı bırakan ama yakinen gözlemeye devam eden İTC, 23 Ocak 1913 ‘de 17 kişi ile Babıali’yi basarak hükümeti yeniden ele geçirmiştir. Balkan yenilgilerinin özellikle Edirne ve Ege’deki Adaların kaybının faturasını geçmiş Kamil Paşa hükümetine çıkararak darbeyi meşrulaştırmış ve iktidara sözüm ona “halkın isteğiyle” geldiklerini iddia etmişlerdir. Talat için bu kendi ihtiraslarına tüm ülkeyi ortak etmek için yeni bir fırsattı. Kieser İTC’yi yeniden iktidara getiren ll. Balkan Savaşı yenilgisini, “Türklerin keder ve kasvetine tanıklık etmek zor. İç karartıcı bir şaşkınlıkla başlarını öne eğip neler olduğunu kendilerine soruyorlar. Bu kötü bir rüya, bir kâbus, bir imkânsızlık” diye kaydetmektedir. İstanbul sokakları on binlerce yaralı asker ve muhacirle doludur. Kolera hızla yayılmış ve Kızılhaç 50 bin yatak temin etmiştir.

“Talat, Allah adına ant içerim ki 80 bin Türk şehidi Edirne’yle Çatalca arasındaki toprakları örtecek olsa bile, Edirne’den vazgeçmektense yiğitçe ölümü tercih ederiz” (Kieser) derken, Osmanlı-Türk gururunu göklere çıkaran yeni bir milliyetçi söylemi tedavüle soktuğunun çok farkında değildi. Toplum uzunca bir süredir böylesi bir gurur aşısının özlemini çekiyordu. Oysa toplum bilmiyordu ki, “İTC’nin vatanperverliği ölümcül bir biçimde yüzbinlerce hayatı söndüren bir vatanperverlik olacaktı!” (Kieser)

Sadrazamlığa getirilen Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’de suikaste kurban gitmesi İTC’nin muhalefeti bastırmasına vesile olmuştur. Said Halim Paşa yeni sadrazam yapılırken, Prens Sabahattin ve çevresi İstanbul’dan kaçmayı tercih etmişlerdir

Bu dönem Talat’ın hem partiyi hem de devleti konsolide etmek için bir zafere ihtiyacının olduğu bir dönemdir. Edirne’nin yeniden ele geçirilmesinin bu ihtiyacı karşılayabilecek en iyi hedef olduğuna arkadaşlarını ikna eden Talat, askeri harekât için gerekli olan parayı da Reji ’ye (Tütün fabrikası) 15 yıl daha imtiyaz hakkı tanıyarak onlardan almıştır. Enver Paşa’nın öncülüğünde nerdeyse savaşmaksızın Edirne’nin geri alınışı imparatorluğu saplantı haline getirmiş olan İTC ‘nin halk nezdinde itibarını artıran bir olay oldu.

“Edirne’nin yeniden ele geçirilişi yeni bir ulusal kurtuluş tarihinin başlangıç noktası haline geldi. Atatürk de 1930’da Edirne’yi ziyaretinde kendini bu tarihe yerleştirecek, böylece, 1913’de hüküm süren İslamcı-Osmanlıcı teşekkülün altını çizmese bile, sembolik olarak kendini Talat’la aynı eksene koyacaktır” (Kieser) İşte bu yüzden bazı Kemalist tarihçiler Türk kurtuluş savaşını Edirne’nin geri alınmasıyla 1913’ten itibaren başlatırlar.

Talat cihan harbinin ön günlerinde ilk “temizlik harekâtını” Haziran 1914’de 200.000’den fazla Osmanlı vatandaşı Ortodoks Hıristiyan Rum’un İzmir ve civarından yakındaki adalara ve Yunanistan’a sürerek gerçekleştirdi. Mebûsan Meclisinde Rumların topraklarını, evlerini “kendi iradeleriyle bırakıp gittiğini” çünkü Müslüman Türklerin artık onlarla alışverişi kestiğini, mallarını boykot ettiğini, öne sürüyordu!

Talat’ın sürgün için görevlendirdiği kişi İTC’nin sadık mensuplarından Mahmut Celal Bayar’dır. Talat’ın altında çalışan kimi başka memur ve askerle birlikte Celal Bayar, Kemalist hükümetle sürekliliği temsil etmiştir. Bugün hala “gâvur İzmir” olarak telakki edilen İzmir o günlerde de Hıristiyan zenginlerinden dolayı “gayri milli” ve “hain” olarak damgalanmıştır. Celal Bayar ve Ege’nin İttihatçı vali ve kaymakamları her toplantıda “Rumların olmadığı bir gelecekten” bahsedip duruyorlardı. Egeli Rumlar Venizelos’un “Megalo İdeası” ile Talat’ın Pantürkizmi arasında sıkışmış, Yunan burjuvazisinin Helenizm fikirleri İTC’nin tehcir planını devreye koymasına bir gerekçe olmuştur. Kieser, “Egeli Rumların tehciri dehşetli bir başarıydı” der. İşin aslı Rumlar resmen yüzlerce yıllık topraklarından kovulmuşlardır. Hiçbir direnişte bulunmadılar, hiç bir kargaşa çıkarmadılar. İTC hem Edirne’de hem de Ege’de gerçekleştirdiği bu nüfus mühendisliği ile Avrupa’da yükselen ulusalcılıklara öncülük etmiştir.

Savaş sürecinde Kafkaslardan Süveyş kanalına kadar birçok cephede bozguna uğrayan İTC’nin moralini yükselten tek olay, 18 Mart’ta Çanakkale’de alınan galibiyet oldu. Bu, aynı büyük Balkan yenilgisinden sonra Edirne’nin geri alınmasından sonra yaşanan sevincin bir benzeriydi. Cephe cephe alınan onca mağlubiyete rağmen Çanakkale zaferi İTC içinde var olan şoven duyguları alabildiğine köpürttü.

24 Nisan 1915’de Ermeni sorununu “kökünden kazımaya” karar verdi. Ermeni seçkinlerinin tutuklanması ile başlanacak, sonrasında Ermeni halkı topyekûn Suriye çöllerine sürülecekti. ITC her ne kadar Ermenilerin Batılı güçler içinde destek bulmasını ( ki onlar da sonradan Ermenileri yalnız bırakacaktır) bir ihanet olarak değerlendirse de bu Ermenilerin sürgün ve soykırımı için kesinlikle geçerli bir mazeret değildir. 1908- 1915 arasındaki ekonomik-siyasi krizden çıkmanın ve bir ulus-devlet kurmanın tek yolunun Ermenilerin Anadolu’dan çıkarılması olduğunu düşünüyorlardı. Kaldı ki Avrupa’nın Ermeniler için çıkarılması gereken reformlar konusunda onlarla mutabık kalanlar da bizzat kendileriydi. Talat Ermeni meselesini Türkiye Ermenileriyle sık sık görüşen birisiydi. Madem öyle, Ermeni meselesini Avrupa’nın baskılarıyla değil Türkiye Ermenileri ve Rusya ile halletmek için neden elinden gelen çabayı göstermedi?

“Talat, Nisan 1915’den başlayarak Ermeni karşıtı politikayı başlıca üç aşamada tertipledi ve koordine etti. (1) Nisan ve Mayıs 1915’de siyasi, dini ve entelektüel Ermeni önderlerin ülke çapında yakalanması; (2) bahar sonlarından sonbahara kadar, Anadolu ve Rumeli’deki Ermeni nüfusun Halep’in doğusundaki Suriye çöllerindeki kamplara sürülmesi; (3) Kamplara sürülenlerin çoğunun açlıktan ölmesi ve 1916’da kamplarda hala sağ kalanların nihai katliama uğratılması. Talat bu süre zarfında katliamdan kurtulmak için iyi Türk komşuların tavsiyesiyle dini kimliğini değiştirip Kelime-i Şehadet getiren kimi Ermeni grupların bu hamlesini de engelleme girişiminde bulundu. İslam’a geçen bir Ermeni, Müslüman bir Ermeni olarak defnedilecekti! Talat’ın mutlak politikası Ermeni ırkını Türk İmparatorluğundan kazımaktı” (Kieser)

“İmha ve soygun Diyarbakır’ın Süryani Hristiyanlarının da yarıdan fazlasını vurdu. Aynı şey, Haziran 1915 ortasında Bitlis vilayetindeki on binlerce Süryani de yaşadı. Hakkâri de dâhil olmak üzere tamamı hesaba katıldığında, yaklaşık olarak 250.000 kişi ‘Seyfo’nun (Süryani Soykırımı) kurbanları olarak hayatını kaybetti” (Kieser)

“Böylelikle Doğu’daki Ermeni ve Süryani Hristiyanların çoğunluğu 1915 bahar ve sonbaharı arasında ya katledildiler ya da tehcir edildiler. Bütün Ermeni mal varlığı devlete veyahut Müslüman nüfusa geçti. Kültürleri, dilleri ve dinleri de içinde olmak üzere Ermeni varlığı ortadan kalktı. Temmuz 1915’e gelindiğinde, İstanbul’dakiler hariç bütün Ermeni gazeteleri yasaklanmış ve Doğu’da kalan Ermenice konuşan insanlar da bütün iletişimlerinde sadece Türkçe kullanmak zorundaydılar” (Kieser)

Tehcir Kanunu dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’ de 1 Haziran 1915’de yayınlanır. Orduya Ermenilerin ismi zikredilmeden “bütün muhalif hareketleri bastırma”, “köy ve kasaba halklarını başka yerlere sevk ve iskân ettirme” emri verilir. İtilaf devletleri bu hamle karşısında Talat ve kabinesine o dönemde ilk kez kullanılan “insanlığa karşı suçlardan” bahseden ve bu hukuksal ilkenin çiğnenmesinden dolayı sorumlu tutulacaklarına dair (Kieser) bir metin gönderirler. Oysa Talat sürgün planını resmi gazetede yayınlanmadan önce başlatmıştır. Erzurum, Van ve Bitlis valilerine Mayıs ayında çektiği telgraflarda tehcirin startını çoktan vermiş, boşaltılan köy ve kasabalara Balkanlardan göçertilen Müslüman muhacirlerin yerleştirilmesi emrini vermiştir. Almanlarla savaş ittifakı içinde olan Talat tehcir kararını Enver aracılığıyla Almanlara da bildirir. Kieser’in anlatımıyla Enver Alman büyükelçisinden mevzu çok önemsizmişçesine “ayaklanma merkezlerinden birkaç huzur bozucu ailenin tahliyesi” için anlayış ve destek ister. Yanı sıra birkaç Ermeni Okulu ve gazetesi de kapatılacaktır! Soykırım girişiminin Alman dostlara anlatımı işte bu şekilde oldukça tiyatraldi. İstanbul Ermeniler ’in temsilcilerinden Talat’ın da dostu olan Krikor Zohrap, Ermeni karşıtı politikalar ve tutuklamalar hakkında Talat ile görüşmek istediğinde kovulmaktan beter edilir. Bir gün sonra o da Talat’ın emriyle tutuklanarak Diyarbakır’ a sürgün edilmekten kurtulamaz. Ancak yolda “bilinmeyen” çeteler tarafından öldürülür. 15 Haziran 1915’de, tehcir kanunundan iki hafta sonra Sosyal Demokrat Hınçak Partisi üyesi Paramaz ve 19 yoldaşı Sultanahmet meydanında idam edilir. (Paramaz’ın mahkeme savunmalarını Mustafa Suphi ile ilgili makalemizde bulabilirsiniz.)

Talat, 31 Mart 1909 yılında İstanbul’daki gerici-İslamcı ayaklanma sırasında kendisini ve Dr. Nazım’ı evlerinde saklayan Ermenileri (ARF/Ermeni Devrimci Federasyonu lideri Aknuni) çok kolay unutmuştur. Ermeniler Talat ve Nazım’ı saklarken aynı tarihte Adana’dan korkunç haberler gelmektedir. 17.000 Ermeni öldürülmüştür.

Haziran ortasında Musul’daki Alman konsolos İstanbul’daki büyükelçiye (Wangenheim) çektiği telgrafta “Dicle nehri üzerinde çok sayıda ceset ve kesilmiş vücut parçaları yüzüyor” diye yazdığında büyükelçi Enver ile yaptığı diyalogdan büyük pişmanlık duymuş, ancak artık çok geçtir. Derhal Talat’ı arayarak görüştüğünde ise aldığı cevap şudur: “Sizin için daha sağlam müttefik olmak adına kendimizi Ermenilerden özgürleştiriyoruz, dâhili bir düşmanın yarattığı zafiyetten kurtuluyoruz” (Kieser) Enver’in İstanbul’daki Alman dostları ise katliamlar için “Kalpsizce ama faydalı” diyorlardı. Alman emperyalizmi Ermeni soykırımından kendini her ne kadar uzak tutma gayreti içinde olsa da çok açık ki göz yummuştur. Dolaylı bir suç ortaklığı içinde olmuştur. Almanlar Türkiye’nin Avrupa ve Batı Asya’da Alman hegemonyasının kapısını açacağı fikrini benimsedikleri için bu mezalime göz yumuyorlardı.

Enver’in yakın dostu Alman deniz ataşesi Hans Humann şöyle diyordu: “Ermeniler Osmanlılıklarına sadakatsiz olduklarını göstermişler ve Doğu’da bulunmuş olan herkes iki ırkın beraber yaşayamayacağının, daha zayıf olanın boyun eğmek durumunda olacağının ayırdında olmalıdır. Güvenlik açısından Türkler Ermenileri ortadan kaldırmakta bütünüyle haklıydılar” (Kieser) İstanbul ve Anadolu’da cihan harbinde görev alan Alman subayların çoğu Hans Humann gibi tiplerdi. İTC’nin fikirlerini savunuyor ama ortak sorumluluk almaktan kaçınıyorlardı. Talat Enver’ e “Ermeniler konusunda şimdiye kadar Almanlardan hiçbir itiraz vuku bulmadı” diye yazmaktadır. Almanya-İTC ilişkisinde Talat ve ekibinin pasif-edilgen olduğu kesinlikle söylenemez. Bu savaş ittifakını Almanlardan çok İTC istemiştir. İşin aslı, Talat ve Enver şahsındaki liderlik kültü Almanlar açısından bir ilham kaynağı olmuştur. Para ve silah Almanlardaydı ama ideolojik coşku, strateji ve diplomaside İTC liderliği Almanlara taş çıkartacak cinstendi. Alman ve Avusturya-Macaristan basını Enver ve Talat’ı yere göğe sığdıramayan haberlerle doluydu (Kieser) Alman emperyalizmi İTC’nin ihtiraslı yıkıcılığı ile büyülenmiş gibiydi. İTC’nin seçkinleri ile Almanya’nın Wilhemci seçkinleri aynı emperyal kibir içindeydiler. “Gerçekte Gökalp’in 1918 başlarındaki risaleleri Avrupa faşizmi için birer şablon özelliği taşımaktadır” (Kieser)

Soykırım sonrası sonbahara doğru Ziya Gökalp Tanin gazetesinde Talat için “Sen Nuh’sun / Sen olmasan öksüz kalır bu millet” diye methiyeler düzerken, Alman basını da aynı şekilde Talat’ın liderliğini övgüyle selamlıyordu. (Kieser) Alman askeri misyonunun başında bulunan Liman Von Sanders, “Hiç kimse onun kişiliğinin sempatik ve çekici büyüsünden kurtulamıyor” diye itiraf ediyordu.

İTC sağ kanat ulusalcılığı ve nüfus mühendisliğinde Almanların çok önündeydi. İTC sınıf mücadelelerine “etno-dinsel” karakter veren liberalizm karşıtı modern sağ kanat tedhişçiliğinin Avrupa’daki öncüsüydü. Berlin’in İTC’nin kitlesel suçlarına göz yummasının gerçek nedeni buydu. Talat’ın “üç benzemez”i, Osmanlı emperyal miti, Türk milliyetçiliği ve Avrupa medeniyetini harmanlama tarzı takdir-e şayan bulunuyordu.

Almanya’nın yenilgisi, Rusya’da devrim ve Mezopotamya’nın da kaybedilmesi 1921 başlarında Talat’ı ister istemez İngilizlere yaklaştırdı. Kaldı ki artık Anadolu’da yeni bir varis, Mustafa Kemal vardı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a indiğinde onu karşılayanlar Talat’ın Teşkilat-ı Mahsusa ‘dan arkadaşları, Doğu vilayetlerinin genç subay ve valilileri oldu. Özellikle Hristiyan katliamlarına karışmış eski İTC generali Sakallı Nurettin Paşa da aralarında bulunmaktadır. İkinci, – yani 1918 sonrası- Türk ulusal kurtuluşu böylece M. Kemal’in önderliğinde başlamış oldu. Rusya’da Ekim Devrimi milli mücadelenin yeni aşamasında belirleyici ve olumlu etki yarattı. Sovyetler Kuvayı- Milliye’yi antiemperyalist olarak görüyor ve silah, cephane her türlü desteklerini sunuyorlardı.

Türkiye solunun Birinci Cihan Harbi ile Ekim Devrimi arasında üzerinde yeterince irdelemediği siyasi mesele, Bolşeviklerin emperyalizme karşı dolaylı olarak Alman sağı, İTC, İslamcı oluşumlar ve Kemalistlerin safında yer aldığıdır. Talat ve Enver’in Karl Radek ile samimiyeti, Enver’in Bakü Kurultayına katılımı, Lenin’in hırslı milliyetçi Zeki Velidi Togan’ı KP ye davet etmesi vb. vb. Bugünkü Rusya da benzer bir pozisyondadır. Son 20 yıldır Rusya’da ortaya çıkan “Avrasyacilik” düşüncesinin kökleri Ekim Devrimi’nden sonra Bolşeviklerin emperyalizme karşı geliştirdiği başta Müslüman halklar olmak üzere sömürge halkların ulusal burjuvazisine yükledikleri ilerici misyona dayalı stratejiye dayanmaktadır. Kısaca sömürge halkların emperyalizme karşı siyasi birliğinden yoksun bir menfaat birliği ile sınırlı yaklaşım. Doğu Halkları Kurultayı kurulduktan 6 ay sonra lağvedildiği için sömürge halkların, köşeleri belirgin uzun soluklu bir siyasi birliğinden bahsetmek imkânsızdır.

Ermeniler, Mayıs 1915’te silahlı muhafızlar eşliğinde Harput’tan götürülüyor, şehrin eğitimli ve nüfuzlu kişileri en yakın uygun yerde katledilmek üzere seçiliyor.
Fotoğraf: Wegner

Kieser “Talat gerçek bir öncü olarak görülmeli. 20.yüzyılın ilk tek parti tecrübesine ve emperyal komitacılığa önayak oldu. Radikal etnik ulusalcılıkla hemhal, şiddet yüklü bir nüfus mühendisliğinin öncülüğünü yaptı ve bu amaçla cihadı nasıl kullanacağına hâkimdi” derken, özellikle “nüfus mühendisliği” ne değinerek Talat kişiliğini çok daha yerli yerine oturtmuş oluyor. Bu tanımla birlikte ortaya önemli bir “prototip” çıkarıyor. Bu prototipi ortaya çıkaran şey, Batılı eşitlik ve ulusalcılık fikirleriyle tanışmasıyla, imparatorluğun gerilemeye ve ciddi toprak kaybına başlamasının eş zamanlı olmasının Talat’ta yarattığı derin bunalımdır.

Kieser’in önemli iddialarından biri, Lozan anlaşmasının Talat’ın mirasının teyit edilmesi olduğuna dair çözümlemesidir. Bu konuda şöyle der: “Küçük Asya Ermenileri ’nin 1915-1916’da ortadan kaldırılması ve bu sürecin Talat’ın ölümünden sonra,1923 Lozan antlaşmasının getirdiği mecburi nüfus mübadelesiyle tamamlanması. Şu durumda uluslararası diplomasi, hem Osmanlı Rum Ortodoks Hristiyanlarına yönelik sürgünleri hem de üstü örtülü olarak 1915-1916 soykırımını onaylamıştı”.

Tarihçi Norman Naimark, “Lozan Antlaşması, yirminci yüzyıl boyunca halkların kendi istekleri dışında nakledilmeleri konusunda önemli bir uluslararası emsal teşkil etmiştir” der.

Tarihçi Ronald Grigor Suny, antlaşmanın “nüfus sorunlarına potansiyel bir çözüm olarak tehcirin ve hatta öldürücü etnik temizliğin etkinliğini esasen teyit ettiğini” belirtir.

Kieser ise “Lozan, Alman revizyonistleri ve diğer pek çok milliyetçi için ölümcül bir cazibeye sahip olan, hetero-etnik ve hetero-dinsel gruplara yönelik kapsamlı sınır dışı etme ve imha politikalarını zımnen onaylamıştır” demiştir.

Lozan sürecinde özellikle Ermeni meselesi ve kapitülasyonlar konusunda İsmet İnönü ekibinin tavizsiz duruşu konferansa ara verilmesine neden olmuş, bu ara dönemde Sovyetler Türkiye’ye desteğini açıkladıktan sonra görüşmeler yeniden başlamıştır. Lozan anlaşmasında Türk hükümetinin arkasına Sovyet desteğini alması özellikle İngilizler tarafından dikkate alınmış, TC’nin ileride Avrupa’ya karşı Sovyetlerle birlikte hareket etme ihtimalinin bu şekilde, TC’nin isteklerinin kabul edilerek önüne geçileceği düşünülmüştür.

Sonuçta Lozan, hem proto-faşist burjuva bir diktatörlüğü hem de nüfusun din esasına göre ayrışmasını tasdik etmiştir.

Yahudi ve ermeni soykırımları (Karşılaştırma)

“Yahudiler Avrupa’nın Ermeniler ise Anadolu’nun seçilmiş kurbanları oldular. Her ikisi de tarihteki emsalsiz katliamlar olarak kayıtlara geçtiler.” (Yahudi tarihçi Enzo Traverso)

Egemenlerin soykırımı reddetmelerinin bir nedeni de o dönemde henüz uluslararası hukukta soykırım diye bir kavramın olmadığını ileri sürmeleridir. Bu doğrudur. Hukukçu Raphael Lemkin, ilk kez kullanmazdan evvel “soykırım” terimi mevcut değildi. Lemkin’in çabalarıyla 9 Aralık 1948’de BM’nin 260 sayılı kararı ile soykırım sözleşmesi kabul edilmiştir. Lemkin‘in yıllar süren bu hukuki çabalarının ilham kaynağı Talat’ın bozguncu faaliyetleriydi! (Kieser) Kaldı ki İTC’ye göre soykırım da olmamıştır. Cihan harbinde Doğu’daki Ermeniler isyan hareketleriyle ve Ruslarla iş birliği yaparak Osmanlı imparatorluğunu zayıflattıkları için onlara karşı bir “savunma” savaşı verilmiştir. O yüzden bu bahiste, Yahudi ve Ermeni soykırımlarının karşılaştırmalı tarihini ele alacağız.

Holokost (Soykırım) sonucunda toplam ölü sayısı 5-6 milyon civarındadır. Ermeni soykırımında bu sayı 650 bin ile 1 milyon arasındadır.

Yahudi soykırımı beş temel aşamada gerçekleşti:

İlk aşama 1935’de çıkarılan bir yasa ile Yahudiler Ari ırkın düşmanları olarak tanımlandılar.

İkinci aşamada (1938) Yahudilerin mallarına el konuldu. Alman ekonomisinin “Aryanlaştırılması” ile tüm Yahudiler parya durumuna düşürüldüler.

Üçüncü ve dördüncü aşama (1940-44) Nazi boyunduruğunda olan ülkelerdeki Yahudilerin sınır dışı edilmesi politikası sonucunda, Doğu Avrupa’daki gettolarda ve kamplarda toplandılar.

Son aşamada önce “mobil öldürme operasyonları” (öldürücü gaz sistemiyle donatılmış kamyonlar) ile sonra ise ölüm kamplarındaki gaz odalarında katledildiler.

“Emperyalizm hapishanelerin aynı zamanda bir üretim hattı olmasını Nazilere borçludur. Naziler fabrika, kışla ve hapishaneleri bir ırkı yok etme projesinin sentezi haline getirmişlerdir. Auschwitz hem bir ölüm kampı hem de Alman kimya şirketi IG Farben’in üretim hatlarını kurduğu bir çalışma kampıydı. Toplama kampları endüstriyel yok etme pratiğiyle bilim ile etiğin en sarsıcı karşıtlığını oluşturuyordu. Rasyonel araçlarla irrasyonel amaçların hayata geçirildiği, bilimin etiği yok ettiği yerlerdi buralar.” (Enzo Traverso / Modern Barbarlığın Eleştirisi)

İmha kampları eski barbarlığa doğru bir gerileme değil, içerdiği endüstriyel yok etme teknolojisi ve ırksal biyolojiyle tamamen yeni bir tarihsel olgudur. Yeni durum Hıristiyanların Yahudileri geçmiş çağlardaki gibi “geleneksel düşman” olarak görmesinin devamı niteliğinde değildir, bunun ötesindedir. Bir “günah keçisi” değillerdi artık! Kötülüklerin sorumlusu değillerdi, kötülüğün ta kendisiydiler. Bu elbette yeni bir realitedir. Adeta antropolojik bir kopuştur. Onlar Yahudileri geçmişte teolojik aforizmalarla, dinsel safsatalarla öldürürken şimdi bilimsel organizasyon teknikleriyle öldürüyorlardı. Söyleyin bir kamyonu mobil bir gaz odasına dönüştürmek kimin aklına gelebilirdi ki? Ölümün bilimsel organizasyonu ve işte size teknolojik ilerleme!

Ermeni soykırımında yukarıdaki aşamaların en az üçünü tespit edebiliyoruz. Anadolu’daki yerel ahalinin Ermenilere karşı Teşkilat-ı Mahsusa çetelerince kışkırtılması ve bizzat katledilmeleri, Ermenilerin “din düşmanı gâvurlar” olarak damgalanması, Ermeni mallarının yağmalanması ve yerel Müslüman eşraf ve ağalara dağıtılması ve son olarak yerinde infazlar ve Suriye çöllerine zorunlu sürgüne tabi tutulmaları. Bu şekilde gettolara toplama ve ölüm kampları dışında birçok ortak nokta olduğu görülmektedir. Nazilerin endüstriyel öldürme teknikleri dışında bir toplumun uzun yıllardır yaşadığı topraklardan “iç düşman” ilan edilerek sürgün ve imha edilmesi en temel ortak noktadır.

Nasyonal sosyalistlerin kendi aralarında soykırım için kullandıkları dil, işlenen suça uygun, tutkusuz, öfkesiz, teknik ve soğuk bir dildi. “Kötülüğün sıradanlığına”, ölümün sıradanlaştırılmasına uygun bir dildi bu. İttihatçıların da (özellikle Talat’ın bizzat kendi evine kurduğu telgrafhaneden) valilere ve Teşkilatı Mahsusacılara çektikleri telgraflarda Almanlarınki kadar endüstriyel savaş dili kullanmasalar da “nihai çözüm” anlamında kodladıkları bir kavramları vardı. Naziler ırksal biyoloji ile modern teknolojiyi insan kırımı için sentezlerken, İTC ırksal biyolojiyi kendi zamanının özel harp teknikleriyle buluşturarak insan kırımını gerçekleştirmiştir.

Üzerinde durulması gereken bir diğer önemli benzerlik Nasyonal sosyalistlerle İttihatçıların önde gelenlerinin çoğunun soykırıma katılmadan önce tehlikeli bir Yahudi ve Ermeni karşıtlığı içinde olmamalarıdır. Örneğin Himler, Göring ve Goebbels gibi soykırımda birincil rol oynayan kişilerin Nasyonal Sosyalist harekete antisemitizm nedeniyle katılmadıkları Yahudi tarihçiler tarafından (Enzo Traverso) belirtilmektedir. İttihatçıların beyni Talat paşanın da soykırımdan önce başta 1908 devrimi olmak üzere, 1915 e kadar birçok kez Ermenilerle ittifak yaptığını biliyoruz. Hatta İstanbul’da en yakın dostları içinde sonradan Teşkilat-ı Mahsusa’nın katlettiği ya da idam fermanını vereceği Ermeni dostları vardır.

Son bir ortak nokta olarak, her ikisi de 20.yüzyılın modern birer “haçlı seferi” özelliği taşımaktaydı. Alman emperyalizminin amacı sadece Yahudi soykırımı değildi, Kızıl Ordu’nun mağlup edilerek Doğu’da bir “yaşam alanı” (Lebensraum) elde edilmesiyse İTC’nin de yine Doğu’da bir Turan ülküsü vardı. Onlar da en az Nasyonal sosyalistler kadar komünizm karşıtıydılar. Her ikisi de terörü ve ideolojiyi birlikte aynı anda kullanmışlardır.

Enzo Traverso “Soykırımla birlikte tüm dünyada öldürmek artık bir araç değil, başlı başına bir amaç olmuştur. Kurbanlar eylemlerinden dolayı değil sadece var oldukları için öldürüldüler.” Derken Yahudilere özel bir durumdan bahsetmektedir. Yahudiler hiçbir hak iddia etmemelerine rağmen sadece Yahudi olmalarından dolayı öldürülürken, Ermeniler bu toprakların eşit haklara sahip vatandaşı olmak istedikleri için katledildiler. Yahudiler evlerini sessizce terk ettiler, (tek bir isyanları oldu Varşova Gettosu isyanı) Ermeniler ise o kadar sessiz kalmadılar. Yer yer direniş gösterdiler.

Hiçbir benzerlik taşımayan, en temel farklılıkları ise soykırımın gerçekleştirilmesinde ve sonrasındaki hukuksal durumlardır. Örneğin Auschwitz yöneticisi Rudolf Höss 1947 yılında hücresinde yazdığı vasiyetinde “Üçüncü Reich’ın devasa imha makinasının bilinçsiz bir dişlisiydim” derken ya da soykırımdan sonra, 1961 yılında Arjantin’de yakalanıp ölüm cezasına çarptırılan Eichmann aynı şekilde yaptığı katliamları “görev gereği” yaptığını ifade ederek soykırımı duygusuzca, hiçbir pişmanlık göstermeden sıradan bir göreve indirgemişken 1919 ve 1920 yıllarında İstanbul’da yargılanan İttihatçıların çoğu soykırımı ret ve inkâr yoluna gittiler. Naziler soykırımı bir görev bilinciyle gerçekleştirdiklerini söylerken İttihatçılar ise “bu olayda dahlimiz yoktur” diye yalan söylediler. Naziler mahkemelerde yaptıklarının bir suç olmadığını, “devlet görevi” olduğunu söylerken, İttihatçılar yaptıklarının bir suç olduğunun gayet bilincindeydiler. Dahası sonraki yıllarda Talat ve Enver’in mezarları temsili merasimlerle Türkiye’ye getirilerek sahiplenilmiş ve soykırım suçu diye bir olayın bu topraklarda vuku bulmadığı bu şekilde tüm dünyaya gösterilmek istenmiştir. TC devleti böylece İTC’nin suç ve yalanlarının ortağı ve sürdürücüsü olmuştur. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Talat ve Enver’den her şeye rağmen vazgeçmemesi gayet önemlidir. Çünkü söz konusu olan Türk egemenlik sistemini bugünlere kadar getiren ideolojik geleneğin yaratıcısı olmalarıdır.

İTC’yi yargılayan askeri mahkemeler kurtuluş savaşı sürecinde lağvedildi. Cezalarını çekmeye devam edenler ise 31 Mart 1923’te yeni kurulan Kemalist hükümet tarafından affedildiler. M. Kemal’in iktidara gelmesiyle birlikte, Türk askeri mahkemelerinin yargılamalarını ve mahkûmiyetlerini dayandırdıkları tüm belgeler kayboldu! Böylece Holokost ’un failleri idam edilirken, Ermeni soykırımının failleri göstermelik üç dört idam dışında çoğu adeta ödüllendirildiler. “Malta sürgünleri” olarak bilinen bu kişiler İngilizlerin de marifetleriyle peyder pey salıverildiler.

Tarihçiler dünya tarihinde daha önce hiç gerçekleşmemiş, hiçbir benzeri olmayan ve dünyanın kaderini değiştiren kitlesel katliamlar için “sıfırıncı gün” tabirini kullanırlar. Mesela Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombası ve Yahudi soykırımı için bu kavramı kullanmışlardır. 1. Cihan Harbi ve Ekim Devrimi’nin yarattığı alt üst oluşlar sırasında başını bu toz dumandan kaldıramayan, adeta görünmez kalan Ermeni soykırımı için 20.yüzyılın 1945’den önceki ilk “sıfırıncı günü” denilmesi bir abartı mıdır? Ne hazindir ki bu soykırımın üzeri biraz da dünya insanlığının Ekim devrimiyle yakaladığı o muhteşem günlerin sevinç ve gururu ile örtülmüştür. Birinci Cihan Harbinde komünistler nasıl ki emperyalizm, sosyalizm ve savaş, (V. İ. Lenin – 1915) ve siperlerde yoldaşlık, vb. üzerine odaklanıp Ermeni soykırımını göremedilerse, ll. Dünya Savaşı’nda da antifaşist direnişlere odaklanıp ilk anda Yahudi soykırımını görememişler, çok sonradan vakıf olmuşlardır. Sonuçta ilk savaşta ölen 10 milyon kişi ve ikinci savaşta ölen 60 milyon kişi soykırımların emsalsizliği ya da eşsizliğinin açıkça ayırt edilmesinin önündeki en büyük engeller olmuştur. Soykırımlar her iki savaşın zaferinin gölgesinde kaldı. Stalingrad kuşatmasının yarılması, Dresden’in yok edilmesi ve Hiroşima’ya atom bombası atılırken Auschwitz kimsenin umurunda değildi. Ermeni soykırımı ise Ekim Devrimi’nin gölgesinden 1970’li yıllara kadar sıyrılamadı.

Auschwitz, Hiroşima, Halepçe, 11 Eylül, Gazze, bunlar tarihin parantezleri değil kırılma noktalarıdır. Ve komünistler bu dönüm noktalarının dünyada yarattığı paradigma değişikliklerini kavramada mütemadiyen yetersiz kalmışlardır. l. ve ll. Dünya Savaşı’ndaki soykırımlar Marksistler ve komünistler için adeta birer “kara delik”tirler. (Primo Levi) Yeterince idrak edilememişlerdir. Tarihte birer dönüm noktası ve medeniyet kırılması oldukları tespit edilememiştir.

“Marksist vulgata, imha kamplarını herhangi bir niteliksel ayrım olmaksızın tekelci kapitalizm ile ‘emperyalist çöküşün’ tezahürlerinden biri şeklinde sunmuştur. Savaştan beri hiçbir Marksist en azından yakın zamana kadar bu konulara Hannah Arrendt’in ‘Totalitarizmin Kaynakları’ kitabı kadar derin ve aydınlatıcı bir yer ayırmamıştır” (E. Traverso)

Tarih bugündür. Bugünde yaşanandır!

Rojava ’da Kürt, Şengal’de Ezidi, Gazze’de Müslüman bir Filistinli, Lazkiye’de Nusayri olmak!

Doğu Akdeniz’deki yüzlerce yıllık emperyal Sünni hegemonya sallanıyor. Zaman Sünniler dışındaki halklar için olumlu ayrımcılık zamanıdır. Emperyalizmin yedeğine düşmedikleri sürece!

Skyes Picot, Brest Litovsk ve Balfour bu üçü Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun kaderini bir yüz yıl boyunca değiştiren, kana bulayan olaylardı. Ortadoğu’da süren şimdiki savaşlar bu coğrafyanın kaderini bir yüz yıl daha değiştirecek ciddiyetteki savaşlar olacaktır.

komundergi12.com/mehmet-talat-…

“Two days ago, Israeli media outlet Haaretz published testimonies from IDF soldiers and officers, confirming previous reports that the murder of Palestinian civilians who are seeking aid is systematic and a deliberate policy of the IDF, and even has a name, 'Operation Salted Fish'”

via Middle East Spectator on Telegram

@palestine
@israel

t.me/Middle_East_Spectator/213…

#Press #Israel #Gaza #Genocide #Babies #Murder #Zionism #Barbarity #BloodLust #FreePalestine #SaladFish #DeathToTheIDF

reshared this

in reply to Proletarian Rage

IDF said that it didn't bomb #AlAhliHospital. After that it has bombed (delete here) -almost- all hospitals of #Gaza. todon.nl/@prolrage/11126029629…
todon.nl/@prolrage/11139911374…
msf.org/israeli-forces-must-st…
IDF told people of Northern Gaza to move to the South to be safe. After that Southern Gaza has been a mass grave because of massacres committed by the barbarian IDF air force. todon.nl/@prolrage/11127449972…
IDF told that is on war against Hamas militants. After that we saw a humanitarian disaster through heavy bombardment and total blockade of basic supplies for the millions of Gazans.
aljazeera.com/news/2023/11/19/…
unrwa.org/resources/reports/un…
todon.nl/@prolrage/11137922843…
IDF told that #alShifaHospital was an operational command center of Hamas. After, the fairytale changed to "it is connected with long tunnels". After, the fairytale changed again to "it was the place where captives were held". And so on with the fairy-tales till IDF presents "findings"... fake findings. nitter.net/_RichardHall/status…
And these are some small examples of the lies of Israeli Offensive Forces...


Είδε όλος ο πλανήτης τον βομβαρδισμό του νοσοκομείου #alahlihospital. Όλος ο κόσμος ξέρει ότι το έγκλημα έγινε από τους σιωνιστές. Όποιος ακόμα έχει αμφιβολίες ας δει το διαρκές έγκλημα που διαπράττουν ενάντια στις δομές και το προσωπικό υγείας της Παλαιστίνης και θα καταλάβει. todon.nl/@prolrage/11034308518…

This entry was edited (3 weeks ago)
in reply to Proletarian Rage

And let's go to the near past. In the case of killing of Palestinian journalist Shireen Abu Akleh, where IDF told that she was killed by the bullets of Resistance. Total fake. youtube.com/watch?v=BXjVDKILC3…
forensic-architecture.org/inve…
Because of that Israeli Occupation Forces attacked also her coffin! theguardian.com/commentisfree/…
This entry was edited (2 months ago)
in reply to Proletarian Rage

Another lie against health facilities. Costs dozens of lives.
Israel’s #UNRWA ‘network of tunnels’ claims collapses as the supposed ‘Hamas’ gear is revealed as solar power kit kept in basement
#IsraelWarCrimes #IsraelTerroristState #Gaza_Genocide #genocide #gaza_under_attack #gaza
skwawkbox.org/2024/02/12/israe…
in reply to Proletarian Rage

A #Palestinian national and chairman of the #Geneva-based Euro-Mediterranean Human Rights Monitor says the #Israeli military is trying to frame innocent citizens as fighters to justify its latest massacre in #Gaza.

"Out of over 100 civilians that Israel cold-bloodedly killed, they singled out 19 and falsely claimed they were #Hamas members. Four of them were from the Jaabari family, whom I personally know—they never engaged in any political or military activities. Another was an imam."

#IsraelWarCrimes #IsraelTerroristState #warcrimes #idf #zioNaZis #zionism #nakba #nakba2

in reply to Proletarian Rage

More lies from the most cowardly army in the world:

Israeli army: Jabalia strike targeted Hamas ‘command centre’
The Israeli army confirmed its attack on the #UNRWA clinic in #Jabalia saying it targeted a “command-and-control centre” for Hamas.

The Israeli army has routinely claimed its targets in #Gaza are #Hamas centres without providing proof.

At least 19 people have been killed at the medical facility – including nine children – which was housing displaced families as a result of intense Israeli bombardment that levelled houses throughout the enclave.
#idf_babykillers #IDF #IsraelWarCrimes #IsraelTerroristState #destroyIsrael #ZionismIsNazism #genocide #warcrimes #IOFLies #IOF #criminalIOF

in reply to Proletarian Rage

#Gaza medic deaths just the latest in Israel’s long history of changing its story over civilian killings

"Often, at first, the IDF denies involvement. Sometimes – in the context of Gaza – it suggests one of Hamas’s own rockets fell short, causing the casualties.

Otherwise, it might allege that those killed were either combatants themselves, or collateral damage from the targeting of combatants.
If some have identified a pattern of obfuscation over the years, there is also a suspicion that it is in service of a wider aim: muddying the waters when an investigation is launched.

And when the #IDF does launch an investigation the results are often opaque and seldom lead to the most serious charges.

According to analysis conducted by Israeli human rights organisation, Yesh Din, published last year, the mechanism set up by the IDF’s general staff to investigate potential #warcrimes is designed to avoid responsibility while giving the impression that a process is taking place.

... “at least 664 complaints were transferred … for review.”

Of that, the organisation says, “542 (81.6%) incidents were closed without a criminal investigation, with “just 41 incidents (6%)” leading to a criminal investigation."

#IsraelWarCrimes #IsraelTerroristState #palestine #gazagenocide
theguardian.com/world/2025/apr…

The ridiculous #idf_babykillers produced a propagandist video called "what is a human shield?". (don't need to click it - it's just the evidence) youtube.com/watch?v=dSwa63OKkY…

The criminal army of IDF-IOF "forgot" to show us what exactly is for them "human shields". todon.nl/@prolrage/11284051549…

From 2022 todon.nl/@prolrage/10889510122…

From 2013. Israeli soldiers use a #Palestinian teenager as a human shield in the occupied West Bank village of Abu Dis on 19 April 2013. youtube.com/watch?v=l-VWY-dTfa…

This January in #WestBank again,
x.com/CBSNews/status/174713660…

A documentary from 2014 war against #Gaza, full of testimonies of IOF using Palestinians as human shields. youtube.com/watch?v=oed1s5jv3C…

And again on the ongoing #genocide this coward army has as general practice to use Palestinians as human shields. thecradle.co/articles/israeli-…

So, whoever believes a single word or video of the entity's death squads is idiot todon.nl/@prolrage/11143170379… or hardcore #zionazi.
#zionism #propaganda #gaza_under_attack #GazaUnderAttack #IsraelWarCrimes #IsraelTerroristState

in reply to Proletarian Rage

In every successive Israeli attack on #Palestinian communities, the pattern has been the same: Israel accuses the #Palestinians of using human shields, international organizations, and human rights groups investigate, and the investigations reveal that the party systematically using human shields is not #Palestine, but rather #Israel.

Indeed, the Israeli human rights group B’Tselem has documented the repeated use by Israel of human shields at least since 1967. Investigations by both Amnesty International and #HumanRights Watch into Israel’s “Operation Cast Lead” attacks in Gaza found evidence that Israel used human shields (including children) but found no evidence that Palestinian groups did so.

Similarly, successive #UN Commissions of Inquiry that investigated the massive #Israeli attacks on #Gaza in 2008-2009 and in 2014 looked into Israel’s claims and found no evidence of Palestinians using human shields. The UN Committee on the Rights of the Child found “the continuous use (by Israel) of Palestinian children as human shields” from 2010 to 2013. The UN’s Special Rapporteur on terrorism reported the same finding.
#IsraelWarCrimes #warcrimes #zioNaZis #IsraelTerroristState
mondoweiss.net/2024/09/every-a…

reshared this

in reply to Proletarian Rage

An Israeli soldier disclosed in a Haaretz op-ed that the military's practice of using human shields in Gaza is far more common than acknowledged and that a recent investigation was intended to create the false impression that such incidents are infrequent.

“In #Gaza, human shields are used at least six times a day. If the Military Police want to do their job seriously, they should open at least 2,190 investigations,” the soldier stated.

The soldiers refer to #Palestinians forced to clear homes in this way as “Shawish” or “slaves.”
thecradle.co/articles/we-are-h…

#HumanRights #warcrimes #IsraelWarCrimes #IsraelTerroristState #idf_babykillers #idf #humanShields #Palestine

via @EndIsraeliApartheid

reshared this

Judge excuses Israeli extremist who shot #Palestinian while chanting ‘death to arabs’ because ‘people are on edge’
skwawkbox.org/2025/03/16/judge…
Ahmad Nijam, who was shot in the leg during the racist mob’s attack, told an Israeli TV channel that members of the mob approached him and demanded to know why he was hanging around an area supposedly for Jews, before throwing water bottles at him. The Jewish shooter ordered Nijam to get down on the ground before shooting him. Video from the incident, filmed by an acquaintance of Nijam who came to investigate his cries, shows Nijam bleeding on the floor and screaming in pain while the suspect and someone in an #IDF uniform stand a few metres away watching him suffer, before the shooter flees.
Police detained the wounded Nijam for questioning as soon as he was released from hospital and demanded to know why he was on the street at night – and when the alleged shooter appeared in court, things went even further downhill.

Jerusalem Magistrate’s Court Judge David Shaul Gabai Richter ordered the suspect’s release to house arrest, suggesting that because people in Jerusalem are ‘on edge’ the shooting was understandable and concluding that:

Although this was an incident in which a weapon was used… I do not believe that the defendant can be deemed a …criminal.

Good visitor, allow me to introduce myself.

I'm Wolf. I'm a former US Navy Submariner who turned tech drone. I did it all, from the support desk to CIO of a medium-sized company. Now retired and enjoying it with my husband of many years.

We live in the Upper Midwest of the USA, but travel worldwide very frequently.

Minimalist, non-judgmental for the most part. And now on my own instance! 😀

This introduction will be updated. Last update: 20250630 - Minor punctuation edit

#Introduction

This entry was edited (3 weeks ago)

Anyone who defends israel is a monster.

#israel #genocide #ethnicCleansing #apartheid #settlerColonialism #europe #eu #uk #fuckKeirStarmer #deathToTheIDF #freePalestine #Palestine #Gaza #WestBank assortedflotsam.com/@NewsBot/1…

reshared this

Musk left when his goals were achieved. Don't be fooled by his lies and the media spin. Fight back. Make your voice heard. Join one of the hundreds of #TeslaTakedown protests around the world or create one in your city at Teslatakedown.com!
RE: bsky.app/profile/did:plc:k5nsk…

Firestorm: Russia’s Largest Airstrike On Ukraine Since The Start Of The Conflict southfront.press/firestorm-rus…

“Since the beginning, there hasn't been a trick Netanyahu hasn't been pulled to delay his trial. It's no wonder he sought Trump's backing, seeing he too despises his own country's judicial system and, as a result, any independent and equitable judiciary.”

haaretz.com/israel-news/2025-0…

Florida Proposes ALLIGATOR ALKATRAZ 🐊 The Young Turks CRY About it 🤣 - YouTube

youtube.com/watch?v=32sJVRtxlj…

Iran’s stance on the right to self-defense iacenter.org/2025/06/29/irans-…

Video: Israeli drone kills Palestinian carrying sack of flour
https://www.aljazeera.com/video/newsfeed/2025/6/30/video-israeli-drone-kills-palestinian-carrying-sack-of-flour?utm_source=flipboard&utm_medium=activitypub

Posted into Middle East News @middle-east-news-AlJazeera

in reply to Working Class History

Wikipedia says: "Anarchism and queer theory both reject paternalistic state structures that depend on capitalism and the nuclear family." You guys are confusing capitalism with interventionism, with statism. Mises and Rothbard never argued against individual choice in family life. They only argued that interactions should be voluntary. And pure capitalism does not interfere with personal life either.

Psst...schon gewusst:

Das KIT setzt ein Zeichen für digitale Souveränität

Soziale Medien sind im Medienmix von Hochschulen unverzichtbar – doch es braucht Alternativen zu Big Tech!

Das @KIT_Karlsruhe launcht als erste deutsche Uni eine eigene Mastodon-Instanz – für mehr Kontrolle, Transparenz und Datenschutz.
📆 Launch-Event am Dienstag, 1. Juli 2025, 10 Uhr

Today I will spend hours in the @EUCommission's #DMA workshop with #Apple so you don't have to. It'll be painful, it'll be funny, it'll be hot! 😆

The workshop starts with Apple lawyers speaking time in which they are supposed to explain how they comply with the #DigitalMarketsAct. Instead, they waste everybody's time with marketing BS and pointless rants against the law (or as they say "the Commission's interpretation of the law").

What a waste.

in reply to Jan Penfrat

Feel free in water cooler moments to slip in some comic relief with another example of we're-too-big-to-care behaviour, such as wasting 99+% of creators' bandwidth and money just on pulling RSS feeds badly! %-P

earth.org.uk/RSS-efficiency.ht…

Quoting Iris Hefetz:

As part of the “new chapter” in its history, #Germany has become a kind of #Jewish shtetl. Descendants of #Nazis adopt Jewish symbols, worship #Zionism and persecute Jews who criticize Israel – in the name of fighting #antisemitism, of course.​​​​​​​​​​​​​​​​

Hefetz describes how Germany has undergone what she calls “convertion to Zionism,” that is the transformion of descendants of Nazis into “the new Jews.” But she starts with a joke she heard from a Jewish child in #Berlin:

“What’s the difference between Jews and Muslims? The Jews are already past that.”

Muslims have become the new target for traditional German racism and intolerance. She contrasts today’s Germany with the country she found 23 years ago:

“Germany 23 years ago was truly a different Germany. It was still an anti-militaristic and anti-nationalist society and state, which respected its constitution and international law to some extent, where a million people marched against the horrific and internationally illegal war by the US in Iraq, which Germany refused to participate in.”

She traces this transformation back to Germany’s first chancellor, Konrad Adenauer, who stated: “We caused the Jews such great injustice, we committed such terrible crimes against them, that there was a need to atone for them or repair them to some extent, if we wanted to regain honor among the nations of the world.” However, Adenauer’s antisemitic reasoning was revealed when he added: “The power of the Jews – even today, especially in America – should not be underestimated. Therefore, I consciously and carefully invested my entire being, to the best of my ability, to bring about reconciliation between the German people and the Jewish people.”

Hefetz says that Germans have now collectively “converted to Zionism” without the need for actual conversion:

“An entire wing of the German ‘left’ consists of men who ‘engaged in identity searching’ and found it in the form of Israel. They sound as if Noa Tishby is speaking from their throats, wrapping themselves in Israeli flags and IDF flags, going to see folk dance performances celebrating diplomatic relations between the states, and saving Jews from ‘antisemitism.’”

She explains that “according to data published in the Israeli magazine in Berlin, ‘Spitz,’ in an article later removed, more than half of the complaints about antisemitic incidents in Germany are by German Christians with Nazi grandparents, who are attacked by Jews demonstrating against Israel, for example.” The irony, she notes, is that “descendants and great-grandchildren of Nazis are very sensitive to ‘antisemitic attacks against them,’ especially if they come from Jews and Israelis.”

Hefetz describes Germany’s creation of an artificial Jewish identity: “Germany has become a kind of Jewish shtetl. There is no place in the world where you can hear more #klezmer music (traditional Eastern European Jewish music) , adapted to the German ear. The popular names in recent decades in Germany are Hebrew Jewish names.” She explains how “the German state began funding Reform conversion of Christians to Judaism, and recreated the destroyed German liberal Judaism, a ‘new Judaism’ that is of course more desirable than the ultra-Orthodox, who are ‘Ostjuden.’”

Note: The original derogatory term #Mizrahim as used by Ashkenazi Jews, referred to Jews of Eastern European heritage. In #Israel this term was then repurposed to describe Arab Jews, mostly, as part of what Aziza Khazzoom described as de-orinetalization of the largest Jewish diaspora, see “How the Polish Peddler Became a German Intellectual” sup.org/books/sociology/shifti…

Hefetz details how this “Israelization” serves #Germany’s return to #militarism:

“Identification with Israel helps Germany return to being a militaristic state: it helps break the taboo of nationalism; it helps rehabilitate the image of the German man, who in the years after the war tried to be ‘non-German’ by emphasizing soft qualities, non-authoritarian education for children.”

She quotes recent statements by German Chancellor Friedrich Merz, who said Israel “does the dirty work for us” regarding attacks on Iran, while a security expert from his party stated “we are also ready to die for Israel.” She notes the antisemitic nature of these statements:

“These antisemitic statements about Jews doing Germany’s ‘dirty work’ are not new, and the reference to killing civilians as ‘dirty work’ recalls Himmler’s Poznan speech, or what Rudolf Hess said at the Nuremberg trials.”

She concludes that “Germany is making a comeback” through authoritarian measures disguised as fighting antisemitism, while “Germany supplies Israel with at least a third of the weapons for the genocide in Gaza.” Despite this official support, Hefetz notes that “there is an absolute majority in the German public that consistently opposes supplying weapons to Israel; and with all the pro-Israeli propaganda and Israeli flags flying over every government office in Germany, 73% think what Israel is doing in Gaza is genocide.“​​​​​​​​​​​​​​​​

Hebrew mekomit.co.il/%D7%9E%D7%AA%D7%…

Photo: Iris Hefetz arrested during a pro-Palestinian protest (screenshot)

@palestine
@israel
#GazaGenocide
#OatmealQuotes

This entry was edited (3 weeks ago)

reshared this

in reply to oatmeal

Another quote from Hefetz’s essay:

Historian Professor Moshe Zimmermann spoke in the parliament of the state of Saxony in Germany, and said that the lesson from the Holocaust should be universal, meaning also applicable regarding Israel. The monitoring institution decided that this was a comparison of Israel to the Nazi regime, and this too became an “antisemitic incident.” Since these institutions know they are embarrassing themselves, they don’t say that this involves an Israeli Jew (from a family of German Holocaust survivors), but rather encode him in their data as a “speaker.” This is also true regarding every Jew who went out to demonstrate against the genocide in Gaza since October 7th with a sign identifying him as such: all members of the organization “Jewish Voice for Peace,” and also others who are not members of the organization who did so, were arrested by the police, received complaints that were later cancelled (for incitement and use of symbols contrary to the German constitution). I myself was arrested five times. These cases feed the statistics of “antisemitic incidents in Germany.“​​​​​​​​​​​​​​​​

#germany #antisemitism #nazism

Sozan reshared this.

Psychedelics are incredibly powerful and CAN help with a range of indications. Of course, random use may not help (e.g., Muskolini)....you get out of them what you put into them. Assholes like Muskolini just put more of their desperate fragile ego in and we see what pukes out. By contrast, intention to overcome PTSD, severe depression, addiction--can indeed be quite salutary.

medicalxpress.com/news/2025-06…

Voting for Kamala Harris would literally have changed nothing, to be honest. Everything would have still sucked, and liberals would just have ignored it like they did for the past four years.

Kids would have still burned alive around the world, trans care would still have been banned nationwide by the GOP anyways, ICE funding would have creeped up gradually like it always does.

Trump accelerated the trends that already were there. He did not create any of the problems that are usually attributed to him by the democratic party. The far right cancer is deeper than Trump, it will exist without Trump, and you cannot ignore its spread during non GOP presidencies.

We should have put more effort into innovation and advanced technology — former Japanese PM Hatoyama odysee.com/Hatoyama_June_30_20…

libertytree.ca/quotes/Joseph.S…

"Another not unimportant consideration is, that the powers of the general government will be, and indeed must be, principally employed upon external objects, such as war, peace, negotiations with foreign powers, and foreign commerce. In its internal operations it can touch but few objects, except to introduce regulations beneficial to the commerce, intercourse, and other relations, between the states, and to lay taxes for the common good. The powers of the states, on…

Not that it really matters, but a terribly untalented writer for badly failing Forbes Magazine, Dan Alexander, who probably can’t get a meaningful job in the business, has written so inaccurately about me that it is ridiculous. Many others also, the media is mostly Fake News, but Forbes doesn’t even try to get things right. I haven’t spoken to these SleazeBags in years, they don’t want the facts, and they’re so inaccurate (purposely!) about everything. I would have thought Forbes would be DEAD by now, but it continues to hang around like a bad disease. Isn’t it owned by a hostile nation? Anyway, that’s what happens when you have bad reporters with evil intentions. Eventually the publication dies. I’ve happily seen it over, and over, again!